Marksizm Nepal’de Yaşıyor mu?


Görünüşte Himalaya Cumhuriyeti’ni Komünist partiler yönetiyor fakat sosyalizme daha çok var.

Diğer Güney Asya ülkelerinin aksine Nepal’de solun popüler bir siyasî güç olduğunu öğrenmek pek çok kişi için sürpriz olabilir. Ülkenin 2022’deki Temsilciler Meclisi seçimlerinde üç Komünist parti –Nepal Komünist Partisi (Birleşik Marksist-Leninist), Nepal Komünist Partisi (Maoist Merkez) ve Nepal Komünist Partisi (Birleşik Sosyalist)– halkoylarının yüzde 40’ını alarak topluca sandalyelerin neredeyse yüzde 44’ünü kazandı.

Bu popülerlik yeni bir olgu değildir. Nepal solu, 1949 yılında asıl Nepal Komünist Partisi’nin (NKP) kuruluşundan bu yana bir takım iniş çıkışlar, ilerleme ve geri çekilmeler, kayıp ve kazanımlar, birlik ve bölünmeler yaşamıştır. Komünist hareket hem yasal (barışçıl ve parlamenter) hem de yasadışı (yeraltında ve silahlı) birçok mücadeleden geçerek varlığını sürdürmüştür.

1990’a kadar devam eden mutlak monarşi döneminde bile, daha sonra Nepal Komünist Partisi (Marksist) ile birleşerek Nepal Komünist Partisi’ni (Birleşik Marksist-Leninist) oluşturan Nepal Komünist Partisi (Marksist-Leninist); okullarda, kampüslerde ve üniversitelerde öğrenciler ve öğretmenler arasında geniş çapta destek buldu. Parti, mutlak monarşiyi deviren ve çok partili demokrasiyi getiren 1990 Halk Hareketi’nin ana kahramanlarından biriydi.

Nepal’de Mayıs 1991’de yapılan ilk demokratik seçimlerde NKP (BML) halkın yüzde 28’inin oyunu alarak ikinci en büyük siyasî güç olarak ortaya çıktı. Bunun Nepal toplumu ve siyasetindeki etkisi o kadar güçlüydü ki, ABD’li Newsweek dergisi şunu ilân etti: “Nepal’de Karl Marx Yaşıyor.” Otuz yıl sonra, görünürde Marksist partiler Nepal siyasetine yön vermeye devam ediyor, ancak sosyalizm görünürlerde yok. Nepal’de gerçekten Marksizm yaşıyor mu?

Uzun ve Dolambaçlı Bir Yol

NKP (BML) büyümeye devam etti ve 1994 parlamento seçimlerinin ardından en büyük parti hâline geldi. Sonrasında kurduğu hükümet ne yazık ki sadece dokuz aylık iktidardan sonra, uygulamaya başladığı ve gittikçe popülerleşen, insanların ilgisini çeken ve katılımlarını teşvik eden politikalardan korkan kapitalist partiler nedeniyle oylanarak düşürüldü.

Bundan daha da dikkat çekici olanı, 1991 yılında Nepal parlamentosundaki üçüncü en büyük partinin, oyların yüzde 5’ini alan ve 205 sandalyeden dokuzuna sahip olan Birleşik Halk Cephesi olmasıydı. O zamanki Nepal Komünist Partisi’nin (Birleşik Merkez) kısmen yeraltında bulunan parlamenter kanadı, 1995 yılında Nepal Komünist Partisi (Maoist) olarak yeniden şekillendi ve “uzun süreli halk savaşı” politikasını benimseyerek 1996 yılından itibaren Nepal devletine karşı silahlı bir ayaklanma başlattı ve kısa sürede ciddi bir siyasî güç hâline geldi.

“Maoist isyanın kökenleri 1980’ler ve 1990’larda açığa çıkan çelişkilerde yatmaktadır.”

İsyan 2006 yılında, bir Kurucu Meclis için seçimlerin yapılmasını da içeren bir anlaşma ile sona erdi. Seçimler 2008 yılında yapılmış ve NKP (M) en büyük parti olarak oyların yüzde 29.28’ini ve 601 sandalyenin 229’unu kazanmıştır. Üçüncü büyük parti de yine Nepal Soluna mensup NKP (BML) oldu.

1980’lerden günümüze kadar Komünist partilerin büyümesi, uluslararası alandaki olağanüstü zorluklara rağmen gerçekleşmiştir. 1950’ler ve 1960’larda Sovyetler Birliği ve Çin’deki olaylar Nepal’deki “devrimci” solu fazlasıyla heyecanlandırmıştı, ancak 1960’larda ortaya çıkmaya başlayan Çin-Sovyet ayrışması Nepal Komünistlerini Sovyet yanlısı ve Çin yanlısı olarak kamplara böldü.

1970’lerin sonunda, Çin ve ABD arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve ekonomilerinin karşılıklı olarak birbirlerine açılması, Çin’in küresel kapitalist sisteme giderek daha fazla dâhil olması ve Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) “Çin’e özgü sosyalizm” ve daha eleştirel çevrelerin “Çin’e özgü kapitalizm” olarak adlandırdığı şeyin yanı sıra küresel olarak alkışlanan “Çin mucizesi” peşinde koşması Nepal Solu için ciddi engeller oluşturdu.

Komünist enternasyonalizm ve buna bağlı yardımlaşma ve işbirliği yok denecek kadar azaldı ve kapitalist sistemin sosyalizm karşısındaki üstünlüğü dünyanın her köşesinde kabul gördü. Sovyetler Birliği’nin 1989’daki çöküşü Komünist enternasyonalizmi uykuya daldırdı ve kapitalizm yanlılarına “tarihin sonu”nu[1] ya da kapitalizmin ebedi zaferini ilân etme fırsatı verdi. 1990’dan sonra dünya kendini kontrolsüz ve son derece güçlü bir neoliberalizm çağında buldu. Ancak bu olumsuzluklara rağmen, Marx ve Engels’in tabiriyle Komünizm hayaleti Nepal’e musallat olmaya devam etti ve bugün de devam ediyor.

Maoistlerin “Başarısı”

NKP (M) yükselişe geçmiş ve nispeten kısa bir süre içinde hem popülerlik hem de güç açısından kendisini siyasî bir güç olarak kabul ettirmiştir. Bu yükseliş belli başlı etkenlere atfedilebilir.

İlk olarak, “Komünist enternasyonalizm” son derece zayıf olmasına rağmen, NKP (M) Devrimci Enternasyonalist Hareket’i (DEH) ideolojik merkezi olarak kabul ediyordu ve Hindistan’dan birkaç Maoist partinin de dâhil olduğu Güney Asya’daki Maoist Parti ve Örgütlerin Koordinasyon Komitesi (GAMPÖKK) adlı bir ittifakın parçasıydı. NKP (M) muhtemelen bu bağlantılardan yararlandı.

İkincisi, Komünizm ya da solculuk Nepal’de zaten popüler bir siyasî hareketti. Daha da önemlisi, ülke gençliğinin büyük bir bölümü temel yapısal dönüşümden yana “radikal” bir eğilime sahipti ve bu nedenle sadece hükümetin neoliberal politikalarından değil, aynı zamanda o dönemdeki en büyük sol güç olan NKP’nin (BML) başarısızlıklarından da bıkmıştı. NKP’nin (BML) performansı, vaat ettiklerinin ve insanların bir Komünist Partiden beklediklerinin çok gerisinde kalmıştı.

1998 yılında Hindistan ile imzalanan Mahakali Antlaşması konusunda yaşanan anlaşmazlığın ardından “radikal” bir grup NKP (Marksist-Leninist) adında yeni bir parti kurdu ve bu parti genel seçimlerde uğradığı küçük düşürücü yenilginin ardından ana partisiyle yeniden birleşti. Ancak NKP (M) geri dönmeyi reddedenlerin önemli bir bölümünü bünyesine kattı ve onlardan destek aldı. Kısacası, NKP’nin (M) yükselişini besleyen “radikalizm” Nepal siyasî solunda zaten büyük ölçüde mevcuttu.

Üçüncü olarak, CPN (M) Nepal toplumunda mevcut olan, ister gerçek ister algısal olsun, çeşitli çelişkileri teorileştirmiş, güçlendirmiş ve sömürmüştür. Nepalli sosyolog Chaitanya Mishra’nın[2] on yıldan uzun bir süre önce gözlemlediği gibi NKP (M), kral, siyasetçiler ve sivil toplum arasındaki, polis gücü ve ordu arasındaki, siyasî partiler arasındaki ve hatta tek bir siyasî parti içindeki hizipler arasındaki çelişkileri etkili bir şekilde kullandı.

“Başarısının” siyasî olmaktan çok askerî olduğu da doğruydu. Tüm parti aygıtını militarize etme ve devlet iktidarını şiddet yoluyla ele geçirme politikasını resmen kabul etmişti. Dolayısıyla her askerî zafer büyük bir başarı olarak ilân edildi. NKP (M), silahlı çatışmanın önceliği konusundaki ısrarı doğrultusunda, yenmeye ve hatta yok etmeye yemin ettiği güçlerle ittifaklar kurdu. Kendi ifadesiyle, “monarşi ile ilân edilmemiş çalışma birliği”, Hindistan ile “gizli diplomatik mücadele” yürütüyor ve “parlamenter faşist güçler” olarak adlandırdığı parlamenter partilerle işbirliği yapıyordu.

Hindistan emperyalizmini başlıca düşmanlarından biri olarak ilân eden NKP’nin (M) on yıllık silahlı mücadelesinin sekiz yılında merkezini Hindistan’da konumlandırmış olması gariptir. Maoist ayaklanmanın temel yöntemini bilinçli kitlesel seferberlik değil, komplocu taktikler oluşturmuştur.

Maoistlerin lideri (ve Nepal’in şimdiki Başbakanı) Pushpa Kamal Dahal, nam-ı diğer Prachanda, düşmanlar arasındaki çelişkilerden faydalanma, ikili oynama, aldatma, komplo kurma, ihanet etme gibi taktikleri devrimci yöntemler olarak tereddütsüz bir şekilde yüceltti. Bu yöntemler NKP’ye (M) anında ama kısa ömürlü bir avantaj sağladı. On yıllık savaşın ardından ve mevcut tüm komplocu taktikleri tükettikten sonra, silahları bırakıp barışa razı olmaktan başka seçeneği kalmamıştı.

İsyanın Kökenleri

Maoist isyanın kökenleri ve büyümesi bir dizi farklı perspektiften açıklanabilir. Ancak en alâkalı olanları Maoistlerin kendi teorik perspektifleriyle çatışmanın tarihsel ve sosyolojik arka plânıdır.

NKP (M) 1990’larda Nepal’i, komprador ve bürokratik kapitalist sınıflarla ittifak hâlindeki feodal bir sınıf tarafından yönetilen, kapitalist emperyalizm ve Hint yayılmacılığı tarafından hem ezilen hem de baskı altında tutulan yarı-feodal ve yarı-sömürge[3] bir yapı olarak nitelendiriyordu. NKP (M), bu durumun objektif olarak devrimci bir durum[4] olduğunu ve devrimci toplumsal dönüşümü gerçekleştirmenin tek yolu olarak uzun süreli bir silahlı mücadeleyi gerektirdiğini savunuyordu. Maoistler silahlı mücadeleyi, Mao Zedong’un aslında Çin’de geliştirdiği halk savaşı teorisinin evrensel olarak geçerli bir Marksist kurtuluş teorisi olduğu iddiasıyla rasyonalize ettiler.

Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde belirttiği gibi, bir toplumun yapısal ya da devrimci dönüşümü için gerekli koşullardan ikisi, üretim güçlerinin üretim ilişkileriyle çatışmaya girmesi ve üretici güçlerin söz konusu yapı içinde daha fazla gelişememesidir. Bu perspektiften bakıldığında, devrimin kökenleri sosyal yapının statik ya da durağan karakterinde değil, Marx’ın yoldaşı Friedrich Engels’in yaklaşık 20 yıl sonra Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’de[5] açıkladığı gibi, “üretim ve mübadele biçimlerindeki değişimlerde” aranmalıdır. Bu görüşü takiben Mishra, Nepal’deki Maoist isyanın “temel nedenlerini” üretim ve dağıtım biçimlerindeki geçişlere dayandırmaktadır. Genel olarak, politik geçişin tarihsel olarak değişen[6] ve çelişkiye yatkın bir toplumsal yapıya referansla anlaşılması gerektiğine dair teorik bir çerçeve ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Nepal toplumunun çelişkilerini, onu statik ya da durağan yarı-feodal ve yarı-sömürge bir varlık olarak değerlendirerek analiz etmek açıkça hatalıydı. Böyle bir değerlendirme Nepal toplumunun geçirdiği dönüşümü ve yakın geçmişte ortaya çıkan çelişkileri göz ardı ediyordu.

“Olgunlaşmış bir kapitalist sistemden farklı olarak, Nepal’deki sosyalist proje, üretici güçleri geliştirmek ve eşitlikçi bölüşümü kurmak gibi ikili görevlerle karşı karşıyadır.”

1980’lerin sonlarına gelindiğinde, toprak mülkiyeti sistemi ile hane halkı emeği arasında giderek daha belirgin bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu, bireylerin hane halkı ve toplumdan daha fazla uzaklaşması, kopması ve köklerinden sökülmesi oldu.

Yine de bu çelişki çeşitli şekillerde kısmen çözülmüştür. Örneğin, 1980’lerin sonlarından itibaren Nepal, Asya merkezli yeni bir kapitalist büyüme olgusu tarafından şekillendirildi ve bu da aksi takdirde şiddetlenme riski taşıyan toprak-emek çelişkisini kısmen çözdü. Ancak, ortaya çıkan üretim güçleri, tarım sistemi tarafından dışlanan nüfusu içeremeyecek kadar küçüktü. Üstelik bu fazla nüfus “eğitimliydi” ve pazarlanabilir becerileri olmamasına rağmen tarıma geri dönmek istemiyordu.

Genel beklentinin tersine, 1990’lar sonrası dönem mevcut toprak-emek çelişkisinin keskinleşmesine ve yapıdaki akışkanlığın artmasına tanık olmuştur. Buna ek olarak, okul eğitimine erişim Nepal’deki gençlerin önemli bir kısmının ilk kez tarım dışı mesleklere yönelebilmesini sağladı. Siyasî, ekonomik ve askerî yapı, önceki 40 yılda olduğundan çok daha değişkendi.

Bu çalkantılı dönem NKP’nin (M) kurulduğu ve “Halk Savaşı”nı başlattığı zamandı. Daha spesifik olarak Mishra, Maoist isyanı[7] yoksulluk, ev içi ve bölgeler arası eşitsizlik, aile yapısında yeni ve şiddetli bir değişim (örn. aile içi bağların zayıflaması), Nepal’in Hindistan karşısındaki ikincil ve bağımlı konumu ve tarım desteklerinin geri çekilmesiyle karakterize edilen neoliberalizmin küresel yükselişi gibi faktörlere bağlamaktadır. Özetle, Maoist isyanın kökenleri 1980’ler ve 1990’larda ortaya çıkan çelişkilerde yatmaktadır.

Nepal’de Sosyalizmin Kurulmasının Önündeki Engeller

Kamuoyu desteğine ve hükümetin farklı kademelerinde sık sık seçimleri kazanmasına rağmen, Nepal Solu, Nepal’de sosyalist yapılanmayı ilerletememiştir. Bu yetersizliğin birkaç önemli nedeni var.

NKP’ye (BML) göre Sol’un şu anki görevi sosyalizmin inşasına hemen başlamak değil, onun temelini atmaktır. Parti, sosyalist inşa önündeki bir dizi engeli söyle sıralıyor; zayıf ulusal sermaye, kapitalistlerin iç yatırımdan ziyade dış ticaret yoluyla para kazanma hevesinden kaynaklanan düşük verimlilik, yürütmenin kısıtlı gücü, artan tüketim eğilimi, anayasal özel mülkiyet hakkı, serbest ticaret ya da özel yatırım ile ilgili sözleşmeler, anlaşmalar ve yasalar tarafından getirilen sınırlamalar, ülkenin dış güçlere bağlılığı, Hindistan sınırındaki düzensizlik, sanayileşmeyi, çalışkanlığı ve yaratıcılığı engelleyen feodal kalıntılar, yakın geçmişte körü körüne uygulanan liberalleşme ve özelleştirme uygulamaları sonucu devletin, kamu sektörünün, sanayinin vb. rolünün azalması, artan servet eşitsizliği ve gerici güçlerin direnişi.

NKP’nin (M) 2021’de edindiği isim olan NKP (Maoist Merkez), yakın zamanda, zayıf endüstriyel sermaye, komprador ve bürokratik sermayenin ekonomi üzerindeki güçlü etkisi, feodal kalıntılar ve dış müdahalelerden dolayı sosyalist dönüşümü sürdürmenin mümkün olmadığını savunan “21. Yüzyılda Nepal’in Sosyalizme Giden Yolu”nu kabul etti. Bu çerçevede parti, sosyalizmin temellerini barışçıl ve yasal yollardan atma görevini üstlenmiştir.

Her iki partinin de mevcut duruma ilişkin sağlam ve teorik olarak bilgiye dayalı bir analizi olmamasına rağmen, sosyalist bir yola hemen girmenin imkânsızlığı konusunda hakları vardır. Yine de Nepal’deki sosyalist projeyi olumsuz etkileyen önemli faktörlerden ya habersizler ya da bunları görmezden geliyorlar. Daha açık bir ifadeyle, finans kapitalizminin hâkimiyetini, sınıf sorununu, parlamenter sol partilerin karakterini ve mevcut küresel sistem ile jeopolitiği değerlendirmekte başarısız oluyorlar.

Finans Kapitalin Hâkimiyeti

Olgunlaşmış bir kapitalist sistemden farklı olarak, Nepal’deki sosyalist proje, üretici güçleri geliştirmek ve eşitlikçi bölüşümü kurmak gibi ikili görevlerle karşı karşıyadır. Günümüzde Nepal’deki üretici güçlerin azgelişmişliği öncelikle, sadece üretken olmayan değil aynı zamanda üretkenlik karşıtı olarak meta ve hizmet üretimine katkıda bulunmadan –daha doğrusu darboğaz yaratarak– kendini yeniden üreten ve çoğaltan finans sermayesinin hâkimiyetiyle ilgilidir. Bu nedenle Nepal’de üretici güçlerin geliştirilmesi, bu sermayenin üretken sermayeye dönüştürülmesini gerektirmektedir.

Fakat bu, çeşitli nedenlerden dolayı zorlu bir görev olmaya devam etmektedir. Birincisi, ulusal finans sermayesi, gücü Nepal gibi küçük bir devlet için mevcut durumda aşılamaz olan küresel finans sermayesine karmaşık bir şekilde bağlıdır ve ona tâbidir. İkincisi, Nepal toplumunun tepesindeki finansal sınıf ittifakı, finansal oligarklar ve gayrimenkul sahipleri, komisyoncular, spekülatörler, motorlu taşıt satıcıları ve sistemin diğer faydalanıcılarından büyük gelir elde eden medya da dâhil olmak üzere finansal sistemden büyük ölçüde yararlananlardan oluşmaktadır. Üçüncü olarak ise, finans sermayesi, emlâk fiyatlarını, borç ve kredi olanaklarını vb. şişirerek, nüfusun büyük bir kısmının orta sınıfa yükselmesini sağlamıştır (ya da en azından bu sosyal gruba ait oldukları hissini vermiştir).

“Parlamentodaki sol partilerin Nepal’deki sosyalist dönüşüme önderlik etme konusunda gitgide daha yetersiz kaldığına dair genel bir kanı var.”

Toprak fiyatları hızla ve beklenmedik bir şekilde artan küçük toprak sahipleri bile sınıfsal statülerinin değiştiğini algılamaktadır. Finans sermayesi böylece kendi çıkarlarını finansal oligarkların çıkarlarıyla etkili ve başarılı bir şekilde bağlayarak, onların sınıf dayanışmasını oluşturmuş ve pekiştirmiştir. Böyle bir ittifak, gerekli dönüşümü gerçekleştirmeye yönelik her türlü anlamlı girişime direnmeye çalışacaktır. Dahası, finans sermayesi siyasî partiler, bürokrasi ve yargı sistemleri de dâhil olmak üzere önemli aktörler, kurumlar ve kuruluşlar üzerinde hâkimiyet kurmaktadır.

Böyle bir dönüşüm tamamen imkânsız bir görev midir? Elbette hayır. Ancak, sadece belirli maddî koşullar altında gerçekleşebilir. Finans sermayesi durgunlaştığında ve daha fazla yeniden üretim için alanı kalmadığında mümkün olacak ya da en azından daha kolay olacaktır, yani kriz zamanlarında.

İyimser konuşmak gerekirse, finans sermayesi hem ulusal hem de küresel ölçekte bir krize doğru gitmektedir. Bu nedenle, Nepal solunun önündeki en önemli teorik görev, finans sermayesinin işleyişi, boyutu, dinamizmi, ulusal ve uluslararası bağlantıları ve gücü, krizinin hukuku ve yönü hakkında objektif bir anlayış geliştirmek ve buna bağlı olarak dönüşümünün yöntemini belirlemektir.

Sınıf Hatlarında Örgütlenme

Sosyalist projenin en temel koşulu, sosyalist politikalar ve siyasî programlarda yakın ve uzun vadeli çıkarları konusunda bilinçli olan ya da bilinçlendirilebilecek sınıfların ya da ezilen ve sömürülen toplumsal grupların varlığıdır. Bir partinin bir örgüt olarak etkinliği, sosyalizmi arzulayan sınıfların ya da grupların hem maddî hem de entelektüel açıdan ne kadar hazır olduklarına bağlıdır.

Sosyalizmin umutlarını birincil olarak birkaç liderin yüceliğine, idealizmine, adanmışlığına, aydınlanmasına ve kişisel hazırlığına bağlayan ve sınıfsal yapıyı göz ardı eden her türlü teoriye karşı temkinli olmalıyız. Böyle bir teori ütopiktir ve er ya da geç başarısız olmaya mahkûmdur. Temel refah düzenlemelerinin bile hayata geçirilmesi ancak politik olarak önem kazanmış, devlette temsil edilen ya da seslerini duyurabilen sınıflar ya da gruplar tarafından başlatıldığında ya da desteklendiğinde mümkün olabilir. Hiçbir refah ya da sosyalist politika, sömürücü sınıfların merhameti, iyiliği ve cömertliği ile gerçekleşmemiştir ve gerçekleşmeyecektir.

Nepal’in “demokratik” sol partileriyle ilgili problem, sınıf sorununu son derece soyut ve teğet bir şekilde ele almaları, sınıfların dinamiklerini ve oluşumunu anlamak ve çıkarlarını belirlemek için ampirik ve teorik bir araştırmaya girişmeden sadece çalışan sınıfların çıkarlarını temsil ettiklerini iddia etmeleridir. Böyle bir anlayış olmadan, siyasî örgütlenme bilgisiz ve hatta verimsiz olmaya mahkûmdur.

Nepal’de sosyalizm için sınıfları ya da grupları örgütlemek ve harekete geçirmek birkaç önemli nedenden dolayı ürkütücü bir görev hâline gelmiştir. Birincisi, sanayi ve tarımda sermayenin az gelişmişliği işçi sınıfının hem siyasî hem de sayısal olarak ihmâl edilebilir nitelikte[8] olmasına yol açmıştır. Sanayi sektörünün GSYİH ve istihdama katılan işgücü içindeki payı sırasıyla yüzde 14.29 ve yüzde 14 civarındadır.

İkinci olarak, genellikle küçük veya orta ölçekli sanayi, tarım veya hizmet sektörlerinden oluşan, çalışanların sayıca az olduğu ve örgütlenme imkânlarının nispeten sınırlı olduğu kayıt dışı sektör, toplam istihdam edilen işgücünün yüzde 62’sini oluşturmaktadır.

Üçüncü olarak, alarm verecek kadar çok sayıda genç nüfus yabancı ülkelerde çalışmaktadır. 2008-2022 yılları arasında 4.7 milyondan fazla yeni çalışma izni[9] verilmiştir. Hindistan’da çalışan 1 milyon Nepalli var, ancak çoğu kişi gerçek sayının daha yüksek olduğu konusunda hemfikir. Yaklaşık 6 milyon kişinin (15-65 yaş arası çalışma çağındaki nüfusun yüzde 32’si) yurtdışında çalıştığı ve dolayısıyla politik olarak aktif olmadığı tahmin edilmektedir. Ne yazık ki Nepal’in sol partileri bu işçilerden kopuk ve yabancılaşmış durumda ve onların çıkarlarını ya da seslerini temsil etmiyor.

Dördüncüsü, neoliberal politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve bu politikalardan büyük ölçüde yararlanan orta sınıfın önemli bir kısmı, sosyalizmi değil neoliberal kapitalizmi güçlü bir şekilde desteklemektedir.

Beşinci olarak, tarım arazileri kentlerde ve kentleşen bölgelerde finansallaştırılıp fiyatları yükseltilirken, uzak ve kırsal bölgelerdeki araziler yalnızca üretim değerini korumakta ve bastırılmış fiyatlara dayanmaktadır. Bu nedenle, köylüler ya da toprak sahipleri aynı sınıfsal çıkarları paylaşmazlar ve aynı gündem ve politika doğrultusunda örgütlenme konusunda duyarlılıkları yoktur. Nepal köylülüğü artık tek bir sınıf değildir.

Sol Partilerin Sınıfsal Niteliği

Nepal’de parlamenter sol partilerin, bugünkü hâlleriyle, sosyalist dönüşüme öncülük etme konusunda giderek daha yetersiz kaldığına dair yaygın bir kanı var. Böyle bir yetersizliğin neoliberal kapitalizmin Nepal gibi devletler karşısındaki müthiş gücüyle ilgili olduğu söylenebilir, ancak partilerin kendileri de ayrıca hatalıdır. Nepal’deki sol partilerin solcu özelliklerini kaybettikleri ve teoride, pratikte ve örgütlenmede kendilerini etkin bir şekilde liberalleştirdikleri tartışılmaz bir gerçek olmuştur.

Sol partiler Nepal’de bir süredir olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı alanlarının her üçünde de denetimi elinde bulunduruyor. Ancak genel olarak sol diye nitelendirilebilecek siyasî program ve politikaları yasalaştırmadıklarını ve uygulamadıklarını, aksine 1990’dan bu yana neoliberal dünya düzeninin Nepal’e dayattığı neoliberal politikaları ve siyasî programları devam ettirdiklerini söylemek abartılı olmaz.

“Sol partilerde gücün bir ya da az sayıda kişinin elinde merkezîleşmesi, öncülüğün örgütsel ilkesi tarafından da desteklenmektedir.”

Sol partiler, kapitalist ülkelerde zaten uygulanan temel refah önlemlerini bile getirmemiş ya da uygulamamıştır. Tarımı değiştirip dönüştürerek üretici kooperatifleri geliştirmek ya da üretim ve hizmet alanlarında kamu sektörünü yaratmak, korumak ve genişletmek için hiçbir önemli politika uygulanmamıştır. Bunun yerine, bu sektörler sözde serbest piyasanın anarşik ve sömürücü mekanizmasının eline teslim edilmiştir.

Bu, partilerin teoride “sol” olup pratikte başarısız olması gibi bir şey de değildi. Örneğin; NKP (Birleşik Marksist-Leninist) ve NKP (Maoist Merkez) arasında 2018’de gerçekleşen bir birleşmeyle kurulan Nepal Komünist Partisi (NKP), federal hükümeti neredeyse üçte iki çoğunlukla yönetirken, parti –açıkça ve tipik olarak liberal bir şekilde– özel sektörü “büyümenin motoru” olarak vurgulamış[10] ve kamu sektörünün rolünü ise kalkınmanın “kolaylaştırıcısı” olarak indirgemişti.

Liderlere kamu ve kooperatif sektörleri karşısında özel sektöre verdikleri önem sorulduğunda genellikle verdikleri hazır cevap, özel sektörün Nepal Anayasası’nda ülke ekonomisinin üç temel direğinden biri olarak kabul edildiğidir. Şaşırtıcı bir şekilde, liberal, açık ve rekabetçi bir ekonomi, sosyalizm odaklı bir sistemin özellikleri olarak refah, sosyal adalet ve eşitlik ile yan yana getirilmektedir.

Ayrıca kast, cinsiyet, kimlik ve diğer sorunlarda liberal bir bakış açısı benimsenmiş, bu konuların sınıf sorunundan ayrı olduğu ve hatta sınıf siyasetinin modasının geçtiği iddia edilmektedir. Benzer şekilde, eskiden öncülük ve işçi sınıfına yakınlığın bir bileşimi tarafından yönetilen sol partilerin örgütsel pratikleri de, artık kapitalist mantık tarafından ele geçirilmiş ve yönetilir hâle gelmiştir. Para, dünyanın egemen gücü hâline gelmiştir. Sol partiler ve adayları, eğer kendileri zenginse adaylar tarafından ya da bazı zenginler tarafından örtülü ve gizli bir şekilde finanse edilen seçimlerde büyük miktarlarda harcama yapmaktadır. Adayların seçimi, adayın fon toplama ve fonları harekete geçirme becerisine bağlı olarak propaganda edilen “seçilebilirlik” ile başlar.

Seçimlerde bağış toplamak tartışmasız bir öneme sahiptir. Ancak fonlar, adayların temsil ettiklerini söyledikleri sınıflardan değil, karşısında mücadele etmek veya rekabet etmek zorunda oldukları sınıflardan toplanmaktadır. Seçim kampanyalarında ön plânda olan işçi sınıfı değil, mülk sahibi sınıftır. Hatta bu mülk sahibi sınıf, partilerin aday listelerinde kimlerin yer alması gerektiği konusunda bile önemli bir söz sahibidir. Zenginler partileri, liderleri ve çeşitli aktiviteleri finanse ederek etkilerini kullanırlar.

Sol partilerin liberalleşmesi, zenginlerin parti liderliğine çeşitli düzeylerde hükmetmesinden de anlaşılmaktadır: bazıları partiye yeni katılmıştır ve çoğu ekonomik durumlarında yakın zamanda bir dönüşüm yaşamıştır. Komünist partilerin sınıfsal statüsü ve yapısı, daha önce komprador kapitalizmin siyasî temsilcisi olarak kınadıkları Nepal Kongresi ile büyük benzerlik göstermektedir.

Kapitalist mantığın işleyişi, liderlerin ve üyelerin çoğunun kendilerini yüceltmek ve servet biriktirmek gibi özel çıkarlarını takip etmek için partide yer almalarından da bellidir. Fraksiyonların oluşumu, üyelerin bir fraksiyona nasıl katılacağı ve ayrılacağı, diğer üyeleri nasıl destekleyeceği ve onlara nasıl karşı çıkacağı da dâhil olmak üzere parti işlerinin nasıl yürütüleceği konusunda ağırlıklı olarak özel çıkarlar hâkimdir. Bu durum, özel çıkar peşinde koşmanın sadece ahlâkî açıdan haklı görülmekle kalmayıp egemen bir davranış normu hâline geldiği Sol partilerin liberalleşmesine işaret etmektedir.

Kapitalist mantık bir siyasî partiye egemen olduğunda, demokrasinin altını oyar çünkü Jürgen Habermas’ın klasik eseri İletişimsel Eylem Kuramı’nda[11] belirttiği gibi, demokrasi ile kapitalizm arasında çözülemez bir gerilim vardır. Dahası, kapitalizm sermayenin merkezîleşmesini gerektirir ve bunu yeniden üretir; buna bağlı olarak da iktidarın merkezîleştiği bir siyasî sistemi destekler.

Nepal politik solu bu kuralın bir istisnası değildir. Sol partilerde gücün bir ya da az sayıda kişinin elinde merkezîleşmesi, uzun süredir uygulanmakta olan öncülüğün örgütsel ilkesi tarafından da desteklenmektedir. Demokrasinin altının oyulması, sadece sosyalist bir gündemin yerine kapitalist bir gündemi geçirmekle kalmamış, aynı zamanda tarafları hem entelektüel hem de politik olarak zayıflatmıştır.

Komünist partilerin liberalleşmesi, pragmatizm ya da “pratik” siyasetle uğraşmalarından kaynaklanmış olabilir ki bunlar kendi başına sorunlu değildir. Ancak Prabhat Patnaik’in[12] deyimiyle, “ampirikleşme” (deneyime/gündelik pratiğe dayalı hâle gelme) gerçekleştiğinde, yani sıradan, ampirik, gündelik ya da “mevcuda ilişkin” siyasetle uğraşmak kapitalizmi aşma projesiyle el ele gitmediğinde sorun hâle gelir. Patnaik, ampirikleşmenin bir partiyi verili bir duruma “uyum sağlamaya” zorladığını ve uğruna mücadele etmesi gereken “temel sınıflara” yabancılaştırdığını belirtiyor.

Dahası, ampirikleşme toplum ile diğer siyasî partiler arasındaki mesafeyi kısaltır. Sol partiler, şüphesiz, başka nedenlerin yanı sıra, solculuğu bırakmalarından ve liberalleşmelerinden sorumlu olan bir  ampirikleşme sürecinden geçmiştir.

Dünya’ya Angaje Olmak

Mevcut küresel düzende uluslar her zamankinden daha fazla birbirleriyle ilişkili ve birbirlerine bağımlıdır. Bu küresel sistemdeki değişen dinamikler, bir ulusun izleyeceği yolun doğasını ve yönünü belirlemektedir ve Nepal de bu kuralın bir istisnası değildir.

Mevcut neoliberal dünya düzeni kendini yeniden üretmeye devam ederse ve birer ekonomik ve askerî dev olan komşuları Çin ve Hindistan neoliberal politikalar izlemeye devam ederse, Nepal’de sosyalizm olasılığı ya çok az olacak ya da sıfırlanacaktır. 2012 yılında Mishra, yirmi birinci yüzyıl Hindistan’ı ve Çin’inin yakın çevresinde hiçbir üretim tarzının kapitalist üretim tarzından daha fazla umut vaat etmediğini tatsız ama gerçekçi bir şekilde ifade etmişti.

“Nepal ve Nepal sosyalizmi üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olabilecek yeni bir olgu, ABD’nin Nepal’e dönük hızla artan ilgisi ve Nepal’deki varlığı ve etkisidir.”

Oysa dünya düzeni, genel olarak kapitalist sistemde ve özel olarak büyük kapitalist ülkelerde derinleşen bir kriz, Batının gücünün ve etkisinin azalmasına karşılık Doğunun yükselişi, çok kutupluluğa doğru ilerici ve sürekli bir hareket, Çin’in küresel bir lider olarak ortaya çıkması ve Çin-ABD rekabetinin yoğunlaşması gibi özelliklerle karakterize edilen, çığır açan bir geçiş sürecindedir.

Eğer ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzeni temelde kapitalist olursa ve lider kapitalist güç Çin olursa, Nepal’de sosyalizm ihtimali zayıflayacaktır. Ancak, küresel sermayenin yoğunlaşmadığı çok kutuplu bir dünyada, Nepal ve benzer devletlerin muhtemelen ön sosyalist, refah ve kontrollü kapitalist politikaların bir kombinasyonu ile karakterize edilen kendi kalkınma yollarını izlemek için daha fazla göreceli özerklik ve pazarlık gücü elde edebilecekleri umudu hâlâ kendine bir yer bulabiliyor. Dahası, çok kutupluluk, Adam Smith’in[13] öngördüğü gibi “dünya medeniyetleri arasında daha fazla eşitlik” ile karakterize edilen ve halkların kendi kaderlerini seçmek için nispeten daha iyi fırsatlara sahip olduğu bir duruma yaklaşabilir.

Günümüz kapitalist sistemi krize girer ve kapitalist olmayan ya da sosyalist bir düzenin önünü açarsa ve Çin açık bir şekilde sosyalist bir yola girerse, Nepal halkının bu projeyi desteklemesi ve buna uygun olarak örgütlenip harekete geçmesi koşuluyla, sosyalizmin Nepal’de çok daha fazla şansı olduğu tartışmasızdır. Bu bazılarına ütopik gelebilir, ancak kapitalizmin hızla gelişen krizi ve Çin’in yeniden dağıtıma yönelik iç eğilimi göz önüne alındığında, böyle bir olasılık tamamen göz ardı edilmemelidir.

Nepal ve Nepal sosyalizmi üzerinde belirleyici olabilecek yeni bir olgu, ABD’nin Millennium Challenge Corporation [MCC; ABD’nin yardım fonu görünümlü emperyalist aparatı –çn.] gibi faaliyetler ve yatırımlar aracılığıyla, Nepal’e dönük hızla artan ilgisi ve Nepal’deki varlığı ve etkisidir. ABD’nin Çin’le açık savaş ve Nepal’in de içinde bulunduğu Hint-Pasifik bölgesindeki ülkelerin bu savaştaki müttefik rollerini garantileme biçimdeki güvenlik ve savunma stratejisi ışığında düşünüldüğünde bu durum ciddi biçimde endişe vericidir.

Çin’in, ABD’nin Nepal’de artan etkisine ve izlediği stratejilere karşılık vermesi anlaşılabilir bir durumdur. ABD ve Çin arasındaki kavga şiddetlenir ve Nepal akıllıca davranmazsa ya da davranamazsa, bunun sonuçları Nepal için o kadar feci olabilir ki “çarpışan iki kaya arasında bir elma” hâline gelir ve egemenliği tehlikeye girer.

Buna alternatif olarak Nepal, süper güçlerden birinin, ki yakınlığı ve artan gücü nedeniyle büyük olasılıkla Çin’in tercih ettiği bir ülke statüsünü elde ederek kalkınabilir. Diğer yandan, eğer ABD Nepal’de üstünlük sağlar ya da etkisini önemli ölçüde arttırırsa, Washington’un kapitalist politikalar için bastırması ve baskıdan güç tehdidine kadar çeşitli araçlar kullanarak alternatifleri geçersiz kılmaya çalışması, ülkedeki sosyalist projenin önünde zorlu bir engel olacaktır.

Karl Marx, Nepal’deki pek çok kişinin kalbinde ve aklında yaşamaya devam ediyor. Ancak, onun Nepal halkını derinden motive eden, ilham veren ve coşturan ütopik vizyonu hâlen daha ulaşılması zor ve uzak bir hedef.

Khagendra Prasai

13 Kasım 2023

Kaynak

[Khagendra Prasai, Nepal Açık Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler ve Eğitim Fakültesi Dekanı ve Rosa Luxemburg Vakfı ortaklarından Nepal’deki Eleştirel Söylem Vakfı’nın başkanıdır.]

*Fotoğraf: O zamanki adıyla Nepal Birleşik Komünist (Maoist) Partisi’nin destekçileri ve aktivistleri kitlesel bir miting düzenliyor (1 Mayıs 2010).

Dipnotlar:

[1] Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man, Simon and Schuster, 2006.

[2] Chaitanya Mishra, “The Maoist Crossroads in Nepal: ‘Postponing’ New Democracy or Sensing Limits of Agency?”, PDF.

[3] “The Great Leap Forward: An Inevitable Need of History”, The Worker, Sayı 7, Ocak 2002, BannedThought.

[4] Arjun Karki ve David Seddon, The People’s War in Nepal: Left Perspectives, Adroit Publishers, 2003, PDF.

[5] Frederick Engels, Socialism: Utopian and Scientific, Ocak-Mart 1880, MIA.

[6] CFFN. (Erişim yok)

[7] (Ed.) Shambhu Ram Simkhada ve Fabio Oliva, The Maoist Insurgency in Nepal: A Monograph Causes, Impact and Avenues of Resolution, Mart 2006, PDF.

[8] “Economic Research Department, Baluwatar, Kathmandu Current Macroeconomic and Financial Situation of Nepal (Based on Six Months’ Data Ending Mid-January, 2022/23)”, NRB.

[9] “Nepal Labour Migration Report: 2022”, Moless.

[10] “The Fifteenth Plan (Fiscal Year 2019/20 – 2023/24)”, NPC.

[11] Juergen Habermas, The Theory of Communicative Action: Volume 1: Reason and the Rationalization of Society, Beacon Press, 1985, PDF.

[12] Praphat Patnaik, “The Left in Decline”, Economic and Political Weekly, Vol. 46, No. 29 (Temmuz 16-22, 2011), s. 12-16, JSTOR.

[13] Giovanni Arrighi, Adam Smith in Beijing: Lineages of the Twenty-First Century, Verso, Ocak 2009.