Seçimler ve Devlet


Türkiye sosyalist hareketinin seyrini, ülkenin kurulma momentinden başlatarak, bugüne varıncaya değin kabaca bir evrelendirme yapmak mümkün. Hem gövde hem de teorik-politik olarak güçlü olduğu birinci evre Kurtuluş Savaşı dönemidir. Bu dönemde, Anadolu’da ciddi bir fiziksel-askerî güç olan İslâmî-sosyalist akımlar mevcutken, Meclis’te de bu güçlerin politik temsilcileri bulunmaktaydı. Türkiye Komünist Fıkrası, Yeşil Ordu, Halk Zümresi[1], Kuvâ-yı Seyyare, Türkiye Halk İştirâkiyûn Fırkası gibi hem politik hem askerî güç oluşumları gerçek manada güçlü ve zaman zaman belirleyici bir konumdadır. Birinci Meclis’te üç önemli bakanlık “Türk komünizmi” fikrini savunan sosyalistler tarafında yönetiliyordu. Hatta güçler dengesinde, “İslâmî Sosyalizm” ülküsüne inanan Yeşil Ordu’nun Birinci Meclis’teki yüzü olan Halk Zümresi oldukça etkili bir ideolojik-politik hattı tutuyordu. Öyle ki bu durumu kendisi için doğrudan tehdit olarak gören Kemalist blok, Halk Zümresi’nin yer yer belirleyici olmasından ziyadesiyle rahatsızdı. Birinci Meclis’te Dâhiliye Nezâreti oylamasında, Mustafa Kemal’in adayı yerine, bir sosyalist olan Doktor Nâzım Bey’in seçilmesi üzerine Mustafa Kemal seçimi tanımadığını açıklamıştır. İç İşleri Bakanı olarak seçilen Nâzım Bey’i istifa ettirebilmek için Mustafa Kemal, türlü yollar denedikten sonra Çerkez Ethem’i üstü örtük bir şekilde Batı Cephesi’nde kendilerine bağlı güçleri geri çekmekle de tehdit etmişti.[2] Kemalist kliğin tampon ülke ve Mîsâk-ı Millî kurgusu konusunda İngiltere’yle anlaşması, Bolşeviklerin yine İngiltere’yle ticaret anlaşması yapması güçler dengesini Kemalistler lehine değiştirmiştir. Kemalistler ve İngiltere’nin anlaşması ile birlikte İngiltere, Anadolu’yu neredeyse işgal etmek üzere olan Yunanistan’dan bütün desteğini çekmiş, böylece Batı Cephesi’nden Yunanlılar kolaylıkla geri püskürtülmüştür. Hâliyle Kemalistler sürece hâkim olmuş ve devamında, belli bir plân kapsamında, bütün muhalif-sosyalizan akımlar çeşitli biçimlerde Kemalistler tarafından tasfiye edilmiştir. Bu dönem Türkiye topraklarında kuvvetli bir sosyalizm ihtimali vardı ancak Türkçü-İslâmî ve Anadolu kökleriyle baskın bu devrimci unsurlar, realpolitik kıskaç altında, bir daha güçlenme imkânı bulmamak üzere yenilmiştir. Özellikle Avrupa bağlantılı Batıcı sosyalist ekip ve kadrolar kolaylıkla, Kemalist klik ve onların ideolojik-politik tasavvurlarına göre kurulan serbest piyasacı kapitalist sistemle uzlaşmıştır. Bu kadrolar, inşa olunan yeni sistemin meşruiyetini arttıracak şekilde, ihtiyaç duyulan Batılı değerlere dayalı kültürel, sanatsal, entelektüel desteği sağlamıştır. Ülkenin kuruluşunda Avrupa merkezli-Batıcı sol ideolojik-politik hat, istisnaî bazı çıkışlar dışında o günden günümüze bütün sol fraksiyonlara rengini vermektedir. Bir diğer söylenişiyle “Kuruluş” sonrası Türkiye Sosyalist Hareketi’nin neredeyse her bir unsurunun kafa kâğıdının din hânesinde Batıcı-Modernist-Aydınlanmacı ifadesi bulunmaktadır. Sosyalizmin bu topraklara dair köklerini taşıyan ve iştirâkçilik şeklinde tecessüm eden Türkçü-İslâmî Anadolu sosyalizmi, yukarıda ifade ettiğimiz, Kemalizm’le iş birliği yapan sol anlayışlar tarafından bastırılmıştır ki zaten başka türlüsü de beklenemezdi, beklenmemelidir. İştirâkçilik, bu yanıyla her ne kadar bu kesitte bastırılmış olsa da coğrafyanın-halkın-milletin tarihsel kolektif hafızasında güçlü bir damardır ve güçlü kökleri bulunmaktadır.

Bu dönemin sonunda İştirâkçilik yerine bizzat Mustafa Kemal’in kurdurduğu TKP çizgisi uzun yıllar hâkim unsur olmuştur. Refet Bele, Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy gibi Kemalist isimler, politik bir önleme stratejisinin mahsulü olarak kurulacak olan TKP’nin perde gerisindeki yöneticileri olacaktır. Arşiv belgelerinde yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal’in bu durumu şöyle gerekçelendirdiği anlaşılmaktadır: “Hükûmetin bilgisi dâhilinde bir Komünist Partisi kurulmalı ve komünizm cereyanı ordunun en büyük kumandanlarında kalmalıdır.” Bununla bağlantılı olarak yakın zamanda bir koleksiyonluk tarihi belge müzayedesinde ortaya çıkan Mustafa Kemal’e ait şahsi çek defterinde Mustafa Kemal’in resmî Türkiye Komünist Partisi’ne yüksek sayılabilecek meblâğlarda para verdiği görülmüştür.[3] Başlarda önleme stratejisi olarak başlayan süreç, kabaca ikinci evre olarak değerlendirdiğimiz 1923-1951 tarihleri arasında, bir tür nüfuz etme stratejisine evrilmiştir. Bu dönemde Türkiye’de sosyalizm mücadelesi hem fiziksel hem de politik olarak güçsüzdür. 1929 ekonomik bunalımı ve arkasından gelen savaş, Türkiye’de su sızdırmaz mutlak bir Kemalist devlet modeliyle karşılanmıştı. Sosyalist-muhalif akımlar görünürde ideolojik-politik plânda Komitern ve Sovyetler çizgisinde, toplumsal plânda ise Kemalist devletin güdümündedir. Bu evrede sosyalist unsurlar istisnaî durumlar dışında gerek kitle gücü gerekse de ideolojik-politik güç olarak etkisiz ve inisiyatifsizdir. Kemalizm ve Komitern arasında salınan, böylece bağımsız belirleyici bir güç olamayan bir yapı mevcuttur.

Üçüncü evreyi 1951-1978 yıllarına tarihlendirmek mümkün. Bu evre, fikrî-ideolojik boyutta yerli odakların ve arayışların ortaya çıktığı bir dönemdir. Görece daha bağımsız, işçi sınıfının ve kitle hareketlerinin örgütlenme imkânları bulduğu, büyük işçi grevlerin yapıldığı ve sistemin her yönüyle zorlandığı bir dönemdir. Bahsi edilen dönem devlet içi ve ordu içi yarılmaların, karşıtlıkların da giderek arttığı bir dönemdir. Özellikle 15-16 Haziran işçi eylemleri bu sürecin zirve noktasıdır. Bu eylemlerde işçi sınıfı devrimci proleter bir yönelime girmiş ancak küçük burjuva sol-sosyalist örgütler işçi sınıfının iktidar talep eden gücünden ürkmüş ve kitle güçlerini geri çekmişlerdir. Latin Amerika Devrimciliği, Millî Demokratik Devrim (MDD), silahlı mücadele, anti emperyalizm tartışmalarıyla bezeli, çok boyutlu, dağınık bir sosyalist mücadele mevcuttu. Zaman içinde bu tabloya Kürt dinamiğinin eklemlenmesi ve sol içi bölünmeler mücadelenin yolunu ve şeklini belirleyen unsurlar olacaktır.

Dördüncü evre 1978-1996, bu dönemde 12 Eylül darbesi bütün muhalefet odaklarını dağıtmış, kitle ve işçi sınıfının fiziksel gücünü kırmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması, toplumsal muhalefet unsurluları açısından bu dönemi daha da karanlık bir süreç hâline getirmiştir. Darbeden önce üst kadrolarını büyük ölçüde zaten yurt dışına çıkarmış olan çoğu örgütsel yapı da dağılmış ve teorik-politik anlamda tasfiye olmuştur. Askerî rejim ve 12 Eylül ruhu devlet ve toplum düzenine hâkim olmuş, ülke tamamen malî-finans sermayesine teslim edilmiştir. Devletin zor aygıtları tahakkümü pekiştirmiş, işçi sınıfı ve kitle hareketleri oldukça zayıf ve etkisiz bir noktaya savrulmuştur.

Beşinci evre 1996-2013, toplumsal muhalefetin görece daha etkili olduğu ancak yıkıcı ve devrimci bir mahiyetinin bulunmadığı bir sürece tekabül etmektedir. 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ı ve Irak Savaşı sürecinde yapılan 1 Mart eylemleri kitle hareketlerini yeniden canlandırmış, kitlelerin zorlayıcı ve caydırıcı gücünün yeniden hissedilmesini sağlamıştır. 2007 ve sonraki senelerde de uzun yıllar sonra Taksim’e 1 Mayıs alanı olarak yeniden girilebilmişti. Bu dönem kitleselleşmenin yanında aynı zamanda hem iktisadî hem toplumsal liberalleşmenin hız kazandığı, finans ağırlıklı yabancı sermayenin ve sıcak paranın ekonomik büyümenin lokomotifi olduğu bir dönemdir. İktidarı oluşturan konsensüs de bu süreçte dağılmaya başlamış, iktidarın ortağı olan Abdullah Gül ve Cemaat unsurlarının tasfiyesi büyük ölçüde bu evrede gerçekleştirilmiştir. İngiltere sistemini temsil eden Abdullah Gül ve Cemaat’in tasfiyesiyle sıcak paraya dayalı yabancı sermaye de ülke dışına kaçmak durumunda kalmıştır. Bu gidişatla doğrudan bağlantılı olarak 2013 Haziran Direnişi’nde kitlelerin gücü iktidar sahiplerine büyük bir korku vermişti. Belli yönlerden 15-16 Haziran 1970 eylemleriyle kıyaslanan 2013 Haziran direnişinin yenilmesi ile hâlihazırda içinde olduğumuz evreye kapı aralanmıştır.

İçinde olduğumuz evre ise her yenilgiden sonra yaşanan fiziksel-ideolojik-politik zayıflığın bütün özelliklerini taşımaktadır. Devlet ve demokrasi güçlerinin yeni bir düzen inşa etme girişimlerinin somutlaşmaya başladığı bu yıllarda sistem karşıtı güçler de adım adım bu program doğrultusunda formatlanmıştır. Bu güçler milât olarak aldığımız 2013 momentinden sonra ülke tarihinde hiç olmadığı kadar sandık ve demokrasi kurgusuna boyun eğmiş ve devamında büyük bir memnuniyetle bu kurguya entegre olmuştur. Henüz Haziran Direnişi’nin ateşi içinde “sandıkta hesaplaşma” apolitikası kitlelere yedirilmiş ve kitleler büyük ölçüde bu yalana ikna edilmiştir. Direnişi sönümlendiren “forumlar” ve “sandıkta hesaplaşma” gibi unsurlar ayağa kalkmış kitleleri teskin etmek, muhtemel yıkıcı-devrimci yönelimleri sistem içi kanallara akıtmak için kullanılmıştır. Burjuva demokrasisinin Kâbe’si[4] olarak görülen parlamento halkın tek seçeneği ve tek gereceği olarak zihinlere kazınmıştır. Bu süreci ülkenin inşa yıllarına benzetebiliriz ki zaten bahsini ettiğimiz bu dönüşüm ve yeni sistem bizzat Kemalizm’in mahsulü olarak görülmelidir. Zira Kemalizm Türkiye’de her dönemin ideolojisidir ve ister sağ ister sol olsun, düzen içi politik güçler için oldukça kullanışlı bir aparattır.[5]

CHP ve onun yörüngesinde hareket eden sol, laiklik ve Kemalizm yalanına halkı örgütleyeceğini sanıyor. Oysa AKP politik olarak bunlardan daha çok Kemalist’tir, daha çok laiktir ve ilerlemecidir. CHP ve sol yörüngesi, laf ve edebiyat düzeyinde ilericiyken, AKP’nin iktisadî dönüşüm ve uluslararası kapitalizme entegrasyon süreçlerinde aldığı rol, gerçek bir Kemalizm pratiğidir. Kemalizm, Türkiye’de her dönemin ideolojisidir, modernleşme ve kapitalist dönüşüm süreçlerini en iyi yönetecek politik özne kimse, ister İslâmcı-muhafazakâr, ister cumhuriyetçi-ulusalcı olsun, pratik Kemalist odur. Zira Kemalizm, pragmatizmin politik olarak cisimleşmiş hâlidir. Bir anlamda AKP, Kemalizm’in başka bir kostümle icra edilme sürecidir. Bu nedenle CHP ve sol yörüngesi, arkaik Kemalizm savunusuyla AKP karşısında acizdir. AKP’nin modernleşme projeksiyonu bütün boyutlarıyla Kemalist modernleşme sürecini ileriye taşımıştır. Üstelik toplumsal ölçekte çok daha fazla kuşatıcıdır ve meşruiyet sahibidir.[6]

İnşa edilen başkanlık sistemi ülke tarihinde büyük bir kırılmaya tekabül etmektedir. Düzen içi güçler, başkanlık sistemini Osmanlı’nın mutlakiyetçi yapısından burjuva demokrasisine geçiş kadar önemli görmektedir.[7] Çok uzun yıllardır 2023 senesinin işaret edilmesi elbette bununla ilgilidir. Bu yanıyla başkanlık sisteminin, bugün karşıt gibi görünen politik öznelerin müesses nizam dairesinde yıllar önce üzerinde konsensüse vardığı ortak bir amaç ve projeksiyon olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu perspektifte 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi başkanlık sisteminin en önemli aşamalarından biriydi. Haziran Direnişi’nde mütemadiyen işaret edilen Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde kitlelerin önüne İhsanoğlu isminin konulması, karşı çıkanların “tatava yapma bas geç” şeklinde savuşturulması bahsini ettiğimiz kurguya dairdir. Aynı sürecin devamında, 7 Haziran 2015 Seçimlerinde AKP iktidar olduğu 2002’den beri ilk defa meclis çoğunluğunu kazanamamıştı. Bu tablonun oluşmasında Cemaat ve Abdullah Gül fraksiyonunun etkisi büyüktü. Seçimden sonra dönemin başbakanı olan Ahmet Davutoğlu bir koalisyon hükûmeti kurmaya çok çabalamış ancak Kılıçdaroğlu-Bahçeli-Erdoğan triosu türlü bahanelerle buna izin vermemişti. Böylece hükûmetin kurulamaması nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan erken seçim kararı almış, ülkeyi yeni seçime götürecek olan geçici hükûmet kurulmuş, bu gelişmelerin doğal sonucu olarak YSK da seçim tarihi olarak 1 Kasım 2015’i belirlemişti. Devlet Bahçeli, düzen açısından kaotik bu ara dönemde sistemin selâmeti için konum değiştirmek zorunda kalmış ve böylece zaten arka plânda ortağı olduğu AKP kurgusuna eklemlenmiştir. Devlet, Haziran 2015’ten Kasım 2015’e kadar, Kürt burjuvazisinin de desteğini alarak bölgede çukur-hendek operasyonlarını başlatmış, çatışma ve savaş ikliminin yükseltildiği bu ortam, toplumun “milliyetçilik” ekseninde konsolide olmasını koşullamıştır. Kasım 2015 Seçimlerinde AKP, oylarını %40,87’den %49,50’ye çıkararak ezici bir meclis üstünlüğü sağlamış, örtük MHP ve AKP ittifakı, TSK’nın kontrolörlüğünde Haziran 2015 seçimlerinde oluşan ara dönemi “aşmayı” başarmıştır.

Bugün cumhurbaşkanı adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu ve Cumhur İttifakı’nın ortağı Devlet Bahçeli’nin Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hiçbir parti içi kurulda görüşmeden belirledikleri Ekmeleddin İhsanoğlu ismi esasında Erdoğan’ın kolaylıkla seçilmesi için belirlenmiş bir adaydı. Zira yakın zamanda hayatını kaybeden Deniz Baykal’ın o dönem ifade ettiği üzere, başkanlık sistemini devlet istiyordu. Nihayetinde bu günleri muhalefet kostümüyle adım adım inşa eden Kılıçdaroğlu düzene sadık bir devlet memurudur, Devlet Bahçeli ise zaten adıyla müsemma bir şahsiyettir. Elbette burada bu isimlerin yanına yazılabilecek gerek sosyalist hareketten gerekse de Kürt hareketi içinden isimler de vardır. Bahsettiğimiz izlekler takip edilirse bu isimler kendiliğinden tabloda yerini alıyor.

Özellikle yapılara çöreklenmiş ve her seçimde kitleleri hevesle sandığa çağıran, sandığın faziletlerinden bahseden ve seçimin çok hayatî olduğu propagandasını yapan yöneticiler ve şefler bu isimlerin yanında yerini alıyor. Son kertede, pratik politikada gördüğümüz aynı takımın farklı mevkilerdeki oyuncularıdır. Bahsini ettiğimiz durum şu şekilde tasavvur edilebilir belki: Kemal Okuyan ile İbrahim Kalın, verili şahsi özellikleri itibariyle, nüansa dair ufak bazı değişikliklerle mevcut konumlarının tam tersi konumlarda olabilirlerdi. Şöyle ki İbrahim Kalın bir Komünist Parti’nin başına Kemal Okuyan’dan daha çok yakışabilirdi[8] yahut Kemal Okuyan, cumhurbaşkanlığı sözcüsü görevini İbrahim Kalın’dan daha iyi yürütebilirdi. Amerikan pasaportlu Kemal Okuyan ve Mehmet Akif’in torunu Aydemir Güler, sosyalist hareket içinde önemli bir damarı uzun yıllardır belli bir kanalın içinde tutmayı büyük bir maharetle başarmışlardır. Bu şahsiyetlerin partileri devrimcileşme ihtimali ve imkânı bulunan dinamiklerin fizikî varlığını ve enerjisini bu kanal içinde soğurup etkisizleştiren bir makine gibi çalışmaktadır. Somut bir örnek olarak 2004 yılı NATO’nun İstanbul zirve toplantısı hatırlanacaktır. Parti, NATO’nun İstanbul’da toplanmasına karşı çok uzun bir süre boyunca ciddi bir örgütlenme çalışması yapmış, bu vesileyle özellikle üniversite gençliği içinde kitleselleşmiş ancak NATO’nun İstanbul’da toplantısının olduğu gün örgütlediği bu dinamiği Kemerburgaz’a pikniğe götürmüştür.[9] Özetle, objektif olarak pratikte, Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve İbrahim Kalın gibi isimler “devletlû” bir kökten gelmektedirler, bu şahsiyetler Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’de olduğu gibi aynı ocakta yetişmişlerdir. Devlet geçmişte bu isimlere çeşitli konumlar ve roller vermiştir, bu şahsiyetler de konumlarına ve rollerine uygun bir performans icra etmektedirler.

Başkanlık sisteminin cümle âlem tarafından Erdoğan’ın kibrinin, kişisel hırsının mahsulü olarak görülmesi bu bağlamda temelsizdir. Bütün kötülüklerin başı ve sonu olarak Erdoğan’ın işaret edilmesi, siyaset araç ve imkânlarının bu noktaya yöneltilmesi özellikle tercih edilmektedir. Erdoğan’ın sistemin zayıf noktalarına yönelebilecek şimşekleri üzerine toplayan bir “paratoner” olma işlevi de bulunmaktadır. Dolayısıyla ülke yönetiminde sisteme, kapitalist işleyişe, sömürü ve zulme dair her konunun ilk sırasına Erdoğan’ı konumlandırmak gerek muhalefet gerekse de düzenin gerçek sahipleri açısından muazzam konforlu bir durum yaratmaktadır. Özetle, ortada takım oyununa dayanan ciddi bir iş bölümü bulunmaktadır. Tarihsel arka plân mahiyetinde değindiğimiz kuruluş döneminde olduğu gibi, Avrupa bağlantılı Batıcı sosyalist ekip ve kadrolar yeni kurulan düzene desteğini bu yollarla sunmaktadır. Kitleler, işçi sınıfı ve halk bu işleyişte sürekli sandık fetişizmine kul edilmektedir. Gelecekte “tatava yapma bas geç” solun bir mottosu olarak ülkenin toplumsal mücadeleler tarihine yazılacak ve bu motto ağırlıkla 2013 sonrası bir kesiti ifade edecektir.

Hatırlanacağı üzere, 16 Nisan 2017 başkanlık referandumunda başkanlık sistemi kabul edildi. Bu seçim sırasında yaşanan usulsüzlük tartışmaları toplumda ciddi bir tepki oluşturmuştu. Halkın bir bölümü muhalefetin meclisi terk etmesini talep ediliyorken, meşru bir zemine dayanan bu talep ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu tarafından “Adalet Yürüyüşü” ile karşılanmıştı; bir diğer anlamda savuşturmuştu. Kılıçdaroğlu gayet başarılı bir manevrayla, referandum sürecinde biriken öfkeyi bu yolla dağıtmış, halkın düzenin eşitsizliği ve adaletsizliğine dair bütün gerilimleri bizzat “Adalet Yürüyüşü” marifetiyle etkisizleştirilmişti. Aynı Kılıçdaroğlu, ülke tarihinin ilk başkanının seçileceği seçimde, seçilmesine imkânsız gözüyle baktığı birini, bugün de aday olan Muharrem İnce’yi muhalefetin adayı olarak ilân etmişti. Muharrem İnce de bilindiği üzere seçimi parti desteği olmadan kaybetmiştir ki zaten bütün kurgu İnce’nin kaybetmesi yönünde belirlenmişti. Aday olarak ilân edildiği toplantıdaki “gel Muharrem” hitabından, seçim gecesi “adam kazandı” ifadesine kadar bütün süreç Erdoğan’ın ilk turda kazanacağı şekilde belirlenmişti. Bugün manzara geçmişten çok farklı değil aslında, depremin ve ekonomik yıkımın orta yerinde Kemal Kılıçdaroğlu ve Erdoğan arasında geçecek bir seçim yaşayacağız. Kılıçdaroğlu’nun seccadeye basarak verdiği pozlar, %75’in muhafazakâr olduğu bir toplum yapısında Alevi kimliğini öne çıkaran söylemleri yahut geniş yığınlar nezdinde ciddi bir karşılık bulan Bayraktar ailesi ile kristalize olan savunma sanayi atılımlarına yönelik olumsuz değerlendirmeleri, geçmişte olduğu gibi seçimi yine Erdoğan’a verme çabasına işaret etmektedir. Şöyle ki bir yolunu bulup muhtemel bir Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş adaylığına engel olması bu yöndeki çabaların en önemlisi sayılabilir, zira bu isimlerin kazanması ülke gerçekleri açısından çok daha mümkün olduğu için Kılıçdaroğlu bu ihtimalin önüne geçmiştir. Ancak şunu önemle belirtmek gerekiyor: Halkta iktidara karşı derinde büyük bir bezmişlik, bıkkınlık ve öfke birikmiştir. Bu bıkkınlık, birikim ve öfke, seçimi kaybetmeye yönelik bütün bu çabalara rağmen, düşük olasılıkla da olsa Kılıçdaroğlu’na bir seçim “kazandırabilir”.  Bahsini ettiğimiz bu birikim 2002’den günümüze 21 yıllık devasa bir maziye dayanıyor. Toplumsal ve politik alanda bu tür kontrollü/iliştirilmiş[10] bir muhalefet yapısı olmasaydı tek partinin ve tek adamın 21 yıllık iktidarı da mümkün olmazdı. Ülke tarihinde bu durumun yaşandığı tek moment Mustafa Kemal’in tek adam olduğu tek parti dönemidir ki her iki dönem de “parti devlet” olgusuyla açıklanmaktadır. Mustafa Kemal’in düzen karşıtı muhalif unsurları idare ve kontrol şekliyle bugünkü karma düzenin yol, yöntem ve dolayısıyla ulaşılan sonuçları benzerdir. Mustafa Kemal’in resmî Türkiye Komünist Partisi ve çok partili sisteme geçiş denemeleri ile ulaşamadığı, hâliyle başka araç ve yöntemlerle başardığı muhalefeti kontrol etme meselesi bugün daha hassas, hissettirmeden, incelikli şekillerde yapılmaktadır. İşçi sınıfı ve kitleler ise “kuzu kılığına girmiş kurtlara” aldanmakta, her seferinde yeniden bir şekilde, kontrollü muhalefetin “sandık” putuna imana zorlanmaktadır.[11] Bu ortamda ezilenler için kimin kazanacağının elbette bir önemi bulunmamaktadır. En fazla Kılıçdaroğlu’ndan yeni bir Ecevit türetilebilir, bu yanıyla Kılıçdaroğlu’nun yapabilecekleri noktasında Ecevit’ten fazlası vardır, azı yoktur.[12] Bülent Ecevit de 1999 seçimlerini büyük bir heyecan ve tantanayla kazanmış ve başbakan olmuştu. Aynı Ecevit’in başbakanlığı döneminde Kamu İktisadî Teşekkülleri’nin (KİT) özelleştirilmesi, mezarda emeklilik yasası, Dünya Bankası ve IMF anlaşmaları, Kemal Derviş Politikaları ve diğer uygulamalarıyla önceki muhafazakâr/sağ hükûmetlere rahmet okutmuştu. Sosyalistlerin fizikî-maddî gücünü yerle yeksan eden 19 Aralık Katliamı yine Ecevit döneminde yürütülmüştür. Deniz Baykal, Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli’nin iş birliğinde yürütülen bu ara dönem sonunda ülke, 2002 senesinde âdeta bir tür devir teslim töreniyle AKP’ye teslim edilmiştir.[13] Bugün, yeni düzenin işleyişi bakımından, sürecin yeni bir ara dönemi getirip getirmeyeceği 14 Mayıs günü belli olacaktır.

İrfan Özgül

2 Mayıs 2023

Dipnotlar:

[1] Paul Dumont, “Halk Zümresi”, 1977, İştirakî.

[2] Nâzım Bey, Mustafa Kemal’in seçimi tanımaması ve Çerkez Ethem’in zorunlu müdahalesi sonrası istifa etmiş, devamında Nâzım Bey’in yerine Rafet (Bele) seçilmiştir.

[3] Murat Bardakçı, “Mustafa Kemal Paşa’nın elyazısı ile Türkiye’nin ilk resmî Komünist Partisi’nin kuruluş talimatı”, 7 Ocak 2018, HaberTürk.

[4] Selçuk Kozağaçlı, “Sandığa gider”, 27 Nisan 2023, Mavi Defter.

[5] İrfan Özgül, “16 Nisan Notları”, 13 Nisan 2017, İştirakî.

[6] İrfan Özgül, “Ilıklık Siyaseti”, İştirakî, Haziran 2014, Sayı 5-6, s. 179-182.

[7] Bu ortak amaç içeriyle ilgili olduğu kadar dışarıyla da ilgilidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda İngiltere’nin bir tampon devlet ihtiyacının belirleyici olduğunu, Kemalistlerin de bu kurguyu kabul ettiği için hâkim güç hâline geldiğini ifade etmiştik. Bugün de aynı Kemalist akıl asıl Mîsâk-ı Millî sınırlarını talep eden, genişlemeci bir kostümle arzı endam etmektedir. Osmanlı referansları itibariyle Abdülhamitçi, Batıcı-pozitivist-modernist özellikleriyle Mustafa Kemalci bir sentez olarak tanımlayabiliriz bu yeni durumu.

[8] İbrahim Kalın “devrimci” bıyıkları, saz çalma yeteneği ve entelektüel birikimi itibariyle, tipolojik olarak Amerikan pasaportlu Kemal Okuyan’a nazaran KP’ye daha uygun bir figür sayılabilir.

[9] “İstanbul NATO’ya Kapılarını Kapatacak”, 21 Haziran 2004, Bianet.

[10] “İliştirilmiş” ifadesi savaş alanında veya sıcak çatışma ortamında, çatışan taraflardan birinin askerleriyle birlikte hareket eden muhabirlerin durumunu anlatmak için kullanılıyor. İliştirilmiş gazetecilik denince Irak işgali sırasında Amerikan zırhlı araçlarının içinden haber yapan gazeteciler akla geliyor hemen. Körfez Savaşı’nda 775 iliştirilmiş gazeteci ve fotoğrafçı görev almış, iliştirilmiş gazetecilerle ABD ordusu arasında ne yazıp yazmayacakları konusunda sözleşme bile imzalanmıştı. Emre Bağce, “İliştirilmiş Gazetecilik ve İliştirilmiş Gazeteciler”, Ocak 2020, Okuryazar. Bu akışta, iliştirilmiş-kontrollü muhalefet olarak ifade ettiğimiz unsurların da mevcut hâkim düzenle bu tür gizli-örtük sözleşmelerinin olduğunu söyleyebiliriz.

[11] Bu manzarada TİP’in ve TİP’li şahsiyetlerin açıkça medya, sosyal medya kanallarında parlatılmasının gayet plânlı olduğu anlaşılmaktadır. Devlet tarafından TİP’e açılan alan bütünüyle HDP’nin değişen işleviyle ilgili olmalıdır. HDP’nin henüz yeni giyindiği Yeşil Sol Parti kostümü ve TİP’e açılan alan arasında bir ilişki bulunmaktadır. HDP’nin Türkiye partisi projeksiyonu ile gerçekleştirilemeyen yahut ağır aksak ilerleyen metropollerdeki sol-sosyalist kitlelerin iki partili/iki bloklu yeni düzene entegrasyonu TİP marifetiyle yapılmak istendiği anlaşılmaktadır.

[12] Ecevit’in hızlı bir özelleştirme sürecine girdiklerini ifade ettiği haber için bkz. NTV (Erişim: 27 Nisan 2023). Özelleştirmelerin temel bir AKP politikası olduğuyla ilgili yaygın ancak yanlış bir kanaat bulunmakta. Bülent Ecevit’in Başbakanlığında zaten büyük bir hızla bu iktisadî politika icra ediliyordu. Büyük ölçüde işçi sınıfının vergileriyle oluşturulan KİT’ler esasında işçilerin malıydı. Yerli yahut uluslararası sermayenin devlet eliyle KİT’lere el koyması hem bir servet transferi hem de mülksüzleştirme aracıydı. AKP, Ecevit döneminin ekonomi politikasını hiçbir farklılığa uğratmadan aynı eksende sürdürerek özelleştirmelere devam etmiştir.

[13] İrfan Özgül, “Deprem ve Devlet”, 17 Şubat 2023, Sosyalizm.