Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nden Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’ne Çatışma Ekseni


Ticaret yolları ve bu yolların rotaları/güzergâhları tarih boyunca önemli bir belirleyendir. Toplumların, ülkelerin ve uygarlıkların sosyal, iktisadî, felsefî, kültürel, bilimsel ve askerî yönlerden düşüş-yükseliş dinamiklerinde etkisi büyüktür. “Yol” dolayımında maddî-somut zenginliklerle birlikte düşünsel-sanatsal-kültürel üretimler de bir noktadan diğer noktaya aktarılır, bu anlamıyla yol taşıyıcıdır. Tek boyutlu yol akışının yoğunlaşıp bir ağ hâlini aldığı yerler bahsi edilen unsurların etkileşimini en yüksek seviyeye çıkarır. Sabit olan mekân ve akışkan bir özelliğe sahip yol ağının ilişkisi neticesinde, yukarıda bahsedilen unsurların da katılımıyla bir tür organizma inşa olunur.  Toplumların, ülkelerin ve uygarlıkların somut ve soyut özelliklerini ifade eden “strüktür” bu inşa sürecinde ortaya çıkar. Çok boyutlu ve karmaşık bu inşa süreci ile ortaya çıkan organizmaların davranışları, kararları ve eğilimleri tarihin ve insanlığın geleceğini belirler. Bu bağlamda, masif/bütünlüklü/kararlı bir yapı arz eden organizmaların savunma, büyüme ve genişleme gibi ihtiyaçları bu yol ağlarının kontrol edilebilmesiyle mümkün olmuştur.

***

“Bir Kuşak, Bir Yol Girişimi” içinde bulunduğumuz tarihsel kesite rengini veren önemli bir noktada durmaktadır, dolayısıyla detaylı bir incelemeyi gerektirecek ölçüde önemli bir jeostratejik-jeopolitik faktördür. “Kapitalist Dönüşüm” ana başlıklı çalışmanın “Jeopolitika-Jeostrateji-Realpolitika” alt başlıklı bölümünde, Bir Kuşak, Bir Yol[1] girişimi (OBOR) ile Birinci Dünya Savaşı denkleminde önemli bir yere sahip olan Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nin benzer yönlerine dikkat çekilmiş, OBOR’un da Birinci Dünya Savaşı momentinde olduğu gibi uzlaşma, çelişki ve çatışmaların düğümlendiği bir ilişkiler yumağı oluşturduğuna değinilmişti. Söz konusu çalışmada yeterli ölçüde genişletilemeyen bu konunun aynı perspektifte, bir nebze daha anlaşılır kılınması amaçlanmaktadır. Çalışma kapsamında OBOR girişimi ve Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi olguları merkeze alınarak güncel gelişme, taraflaşma ve karşıtlıklar anlaşılmaya çalışılacaktır.

***

Dünya jeopolitiğinde etkileri kuvvetli, çok yönlü ve çok boyutlu bu iki projenin tarihsel olarak en önemli benzerliği; kapitalist ilerlemenin tıkandığı, kapitalistler arası rekabetin ve çatışmanın sertleştiği, yeni uzlaşma, bloklaşma eğilimlerinin ortaya çıktığı dönemlere denk gelmiş olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiliz sisteminin emperyalizm ve globalleşme ile tanımlı stratejisi, büyük bir hızla endüstrileşen Almanya’nın ulaşabileceği muhtemel pazar, hammadde kaynakları ve petrol bölgelerini kontrol etmeye başlamıştı. Almanya ise; Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ittifakı ve Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi vasıtasıyla bu çıkmazdan kurtuluşun yolunu aramıştı. Almanya’nın hedefi, kendi amirallerinden birinin ifadesiyle, “İngiltere’nin dünya üzerindeki hegemonyasını kırmak ve İngiltere’nin sömürgelerini serbest bırakarak, genişleme ihtiyacında olan merkezî Avrupalı devletlere gereksinim duydukları alanları açmaktı.”[2] Bugün de benzer şekilde Çin, iktisadî büyüme bağımlı masif yapısını idame ettirmek, devasa nüfusunu besleyebilmek ve dünyanın fabrikası niteliğindeki sanayisinin çarklarını döndürebilmek için pazara, güvenli ticaret rotalarına ve bol enerjiye ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla Almanya’nın içine düştüğü açmazın/çıkmazın bir benzerine bugün Çin’in düştüğünü, Çin’in de bu cendereden kurtulmak için geniş bir coğrafyada, çok sayıda ülkenin paydaş olarak dâhil olduğu OBOR girişimini hayata geçirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Girişim, Çin merkezli durmakla birlikte, İngiltere de girişimin sahne gerisinde ve ana unsur konumundadır. Ülkede malî sermaye egemenliğini belli ölçüde sınırlayan İngiliz ulus-devlet yapısı, Brexit’le birlikte yeniden imparatorluk iddialarının ateşini harlamıştır. Bu bağlamıyla OBOR, İngiliz sitemi için önemli bir merhale ve aynı zamanda tutunabileceği yeni bir dal, sığınabileceği bir limandır. Tarihsel akışta tekrarlar ve döngüler benzer koşullar oluştuğunda neredeyse kaçınılmaz olmaktadır. Zira tarih sürekli tekerrür etmez ancak çoğu zaman tekerrür eder.

İngiliz sistemi benzer bir sıkışmayı İkinci Savaş’ın hemen sonrasında yaşamış, özellikle 1956 yılında Kanal Krizi olarak bilinen olayda basit bir “ada devleti” hüviyetine itilmiştir. Bu olay sonunda Amerika-Sovyetler Birliği karşısında düştüğü aciz durumdan çıkış için silahlanma, savunma teknolojilerini geliştirme vb. refleksler göstermiş ancak bunda başarılı olamamıştır.[3] İngiltere bugün de benzer bir tepki ve projeksiyon ortaya koymakta ancak bu sefer arkasına başka bir sıkışma ve açmazın içinde bulunan ve dünyanın yükselen gücü niteliğinde olan Çin’i almaktadır.  Bu noktada Çin’in içine itildiği açmazı ve buradan çıkışın bir yolu olarak İngiltere ile birlikte formüle ettiği OBOR girişimini daha iyi kavramak gerekiyor. 19. yüzyılın sonlarında Almanya ve Osmanlı ortaklığında icrasına başlanan Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’ne doğru konuyu genişletmek meselenin anlaşılmasına katkı sunacaktır.

***

Almanya’nın uluslararası sisteme güçlü bir şekilde katılması 1871 Sedan muharebesinde Fransa’yı yenmesiyle mümkün olmuştur. Bismarck’ın Prusya ve Avusturya’yı dengeleme stratejisi sonuç vermeyince Almanlar önce Avusturya’yla savaşarak kuzeydeki prensliklerin ve daha sonra da Fransa’yla savaşarak güneydeki prensliklerin desteğini almış ve ancak 1871 itibariyle Almanya’nın siyasî birliğini oluşturmayı başarmıştır. Alman prenslikleri 10 Mayıs 1871’de imzalanan Frankfurt Antlaşması ile Prusya Kralı himayesinde birleştiklerini ilân etmişler, böylece birleşen Almanya bir ulus devlet olmuş ve Alman İmparatorluğu kurulmuştu. Bu tarihten sonra Bismarck’ın önderliğinde Alman İmparatorluğu’nun dünya hegemonyası için yürüttüğü uzlaşmacı, “barışçıl” yumuşak güç politikası Kaizer Wilhelm’in gelişiyle birlikte daha çok zora dayanan sert bir politikaya dönüşmüştür. Bu politikaya geçişte Alman sanayi aristokrasisinin emperyalist-yayılmacı ve küresel hegemon güç hâline gelme konusunda yaşadığı geç kalmışlık duygusu belirleyicidir. Bununla birlikte ABD’deki Askerî Endüstriyel Kompleks’in (Military Industrial Complex) ve Almanya’daki Sanayi Aristokrasisi’nin finans sermayesine dayalı İngiltere sisteminin mutlak dünya egemenliğine giden yollarını kapatmak noktasında, adı konulmamış bir ittifakının olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca bu dönemde Almanya ve Amerika arasında endüstriyel gelişme sahasında ciddi bir entegrasyon olduğu görülmektedir. Öyle ki Almanya petrol ihtiyacının önemli bir kısmını, dünya petrol üretiminin üçte ikisine sahip olan Amerika’dan tedarik ediyordu.


Görsel 1: Bir ahtapota benzetilen İngiliz Emperyalizmi

Yazı kapsamında konunun detaylarına girmek mümkün değil ancak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz; Birinci Globalleşme dalgası içinde İngiltere sisteminin bütün dünyayı kontrol etmeye dönük politika ve stratejisinde en büyük darbe Amerikan İç Savaşı sürecinde alınmıştır. Bu süreçte Kara Avrupa güçleri ve Amerikan sanayi burjuvazisinin ittifakı İngiliz sistemine büyük bir yenilgi yaşatmıştır. Kuzey Amerika yerli halkları, Afrika’dan getirilen siyahî Afrika halkları ve Kara Avrupa halkların ağırlıkta olduğu Amerika’nın zengin ham madde petrol yataklarıyla birlikte bir bütün olarak İngilizler tarafından sömürgeleştirilme girişimi Kara Avrupa güçlerinin ittifakı ile engellenmiştir. İngiltere’nin, Amerika’nın ham madde ve petrol kaynaklarına erişim imkânı ortadan kalkınca Orta Doğu’ya yani ham madde ve petrol yönünden oldukça zengin Osmanlı topraklarına yönelimi de belirginleşmiştir.[4] Bunun yanında İngiltere merkezli malî-finans sermaye sınıfı, kendisi için bir tür deli gömleği olarak gördüğü ulus devlet sınırlarını globalleşme projeksiyonu ile aşmaya çalışmış, kapitalizmin “eksik tüketim” sorunsalına yeni pazarlar ve yeni ham madde kaynakları vaat ederek çözüm getirmiştir. Bu çözüm doğalında; sadece iktisadî değil, aynı zamanda siyasî, felsefî, sosyal, kültürel ve askerî boyutları içeren bir muhtevaya sahipti. Çözüme yönelik uygulama ve girişimler devamında genişleme, yayılma, sömürgeleştirme ile tanımlı emperyalist yeni (d)evrenin kapısını aralamıştır. İngiliz sisteminin bu yönelimi emperyalist kapitalizm diyebileceğimiz yeni aşamanın önemli eşiklerinden birini teşkil etmektedir ki devamında insanlık tarihinin ilk Dünya Savaşı ile sonuçlanmıştır.[5]

***

1890’ların sonunda, Alman Hükümeti’nin Weltpolitik[6] olarak tarif ettiği strateji doğrultusunda büyük bir atılımın âdeta başlama vuruşu yapılıyordu. Weltpolitik; Almanya’nın siyasî, stratejik ve ekonomik üstünlüğü eline geçirdiği, global ölçekte bir dünya gücü olmasını ifade eden bir olgu olarak Alman sanayi burjuvazi tarafından sahiplenilmişti. Bu politika doğal olarak dönemin hegemon gücü olan İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğünü kırmak ve yeni bir teknolojik devrim gerçekleştirmek şeklinde kristalize olan bir süreci beraberinde getirmiştir.  Weltpolitika uygulamaları gerçek anlamda İngiliz sistemini her yönüyle tehdit etmeye başlamıştı. Özellikle dünya hegemonyasını sağlayan en önemli unsur olan İngilizlerin denizlerdeki üstünlüğüne yönelik tehdit, onları insan gücü ve ödeme maliyetleri bakımından üstesinden gelmekte zorlanacakları bir mücadeleye sokmuştu. Bu mücadelenin devamında İngiltere, o güne kadar sahip olduğu endüstriyel liderliği de kaybetmeye bağlamıştı. Teknoloji ve mühendislik alanlarındaki gelişmeyle birlikte endüstriyel liderlik Amerika’ya ve daha da kötüsü Almanya’ya doğru kaymaktaydı. Öyle ki 1896’da İngiliz tarihçi Ernest Edwin Williams, “endüstriyel bebeklik döneminde” olan Almanların İngiltere’nin gelişmiş endüstriyel üretim kalitesinin düşüşünün yasını tutan Made in Germany adlı kitabı yayımlandığı dönemde en çok satılan kitaplar listesinde ilk sırayı alıyordu.[7]

İngiltere’nin konumu, bir ada devleti niteliğinde ve denizden kaynaklı doğal sınırlara sahip olması nedeniyle, askerî siyasî-coğrafî olarak muazzam korunaklı bir durumdaydı. İngiltere’nin denizlerde elde ettiği ticarî ve askerî üstünlük, iktisadî gelişmeyi kamçılıyordu. Buna karşın Almanya’nın ise Kuzeyinde Baltık Denizi, Güneyinde Alp Dağları dışında doğal bir sınırı yoktu ve Avrupa’nın merkezinde düz bir ovada çok parçalı birçok siyasî unsur ile bir arada bulunuyordu. Ülkeler, prenslikler ve siyasî birliklerin çekişmesine dayalı sürekli bir istikrarsızlık hâli ve buna eşlik eden coğrafî-topografik dezavantajlar Almanya’ya, siyasî ve askerî olarak güçlü olmaktan başka bir yol bırakmıyordu. Almanya 1871’de siyasî birliğini sağladıktan sonra ancak iktisadî bir atılım yapabilmiş ve coğrafî, topografik, dolayısıyla jeostratejik dezavantajlarını/kısıtlılıklarını ancak yüksek kaliteli üretim yaparak aşabileceğini anlamış ve bu somut gerçeğe uygun bir endüstriyel üretim kalite standardına ulaşmıştır.[8] Almanya’nın sanayide demir ve kömürü etkin kullanması bir üstünlük ve böbürlenme konusuydu. Ancak Almanya kapitalizmi sanayileştikçe, kömür artık büyük ölçekli üretim kapasitelerini karşılayan bir enerji kaynağı olmaktan çıkmaya başlıyordu. Kömüre dayalı sanayinin, içten patlamalı motorun keşfi vb. yeni teknolojilerle birlikte, petrole olan ihtiyacı ve açlığı da şiddetleniyordu. Üretimin her geçen gün petrol esaslı hâle geldiği bir dönemde Almanya, kendi anakarasında temin edemeyeceği bu yeni cevhere ulaşmanın yollarını arıyordu. Berlin-Bağdat Demiryolu projesi böyle bir iktisadî-politik ortamda Almanya’nın petrol merkezli jeostratejik hedeflerini gerçekleştirmesi için ortaya atılmış ve böylece Almanya’nın İngiltere sistemiyle olan rekabeti başka bir seviyeye ulaşmıştır.

***

Almanya özelinde, görece Kara Avrupası’yla sınırlı kapalı ekonomi ve buna karşın yüksek hacimli endüstriyel üretim bir noktadan sonra kapitalizmin yapısal krizlerinden biri olan eksik tüketim sorunsalını ortaya çıkarmıştı. Bunun sonucu olarak Alman sanayi kapitalistlerinin kâr oranları yüksek kaliteli endüstriyel üretim yapıyor olmasına rağmen sürekli düşmeye devam ediyordu. Almanya’nın tarihsel düşmanları olan İngiltere ve Fransa, finans sermayesi öncülüğünde eksik tüketim sorunsalına sömürge ve emperyalist-kapitalist politikalarla kendileri açısından etkin “çözümler” bulmuştu. Bu bağlamıyla Birinci Globalleşme Dönemi diyebileceğimiz süreç aslında kabaca finans sermayesinin egemenliğinde kapitalizmin reorganize edilme sürecidir. Almanya tarihsel maddî zorunluluklar gereği bu sürecin dışında kalmış yahut İngiliz sistemi tarafından sürecin dışına itilmiştir. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor ki; malî-finans sermaye sınıfının kontrolünde olan İngiliz sistemi kendi sanayi kapitalistlerini de bastırmış/sindirmiştir. Sözü edilen süreçte İngiliz sistemi finans sermayesinin, Alman sitemi ise üretim/sanayi kapitalistlerinin hâkimiyetindedir. Dolayısıyla jeopolitik-jeostratejik eksende, sahada ve pratik hayatın bütün ölçeklerinde gerçekleşen hemen hemen her gelişme kapitalistler arası kavganın bir yansımasıydı. Kapitalist sınıflar ve işçi sınıfı arasındaki mücadele bu momentte sözü edilen merkez ülkelerde yer yer oldukça sertleşmiş, hatta proleter devrim imkânları da doğmuştur. Ancak son kertede işçi sınıfı aristokrasisi ve ülkelerin “sosyalist” önderleri savaş iklimi ortaya çıkınca uzlaşma ve millî burjuvalarının politikalarına entegre olma yoluna girmiştir. Proleter bir devrimin kapitalist gelişmenin ilerlediği merkez ülkelerde gerçekleşmeme nedeni bahsi edilen bu uzlaşma olduğunu söylemek mümkün zira bu ülkelerde hâkim kapitalist bloklar büyük bir iktisadî-idarî-sosyal-askerî merkezîleşme ve konsolidasyon sağlamışlardır. Ekim Devrimi bu nedenle feodal toplum düzeni ve üretim ilişkilerinin hâlâ ağırlıkta olduğu, kapitalist ilişkilerin yeterli ölçüde gelişmediği Rusya topraklarında can bulabilmiştir. Çarlık Rusya’sı bir geçiş ülkesiydi ve ne feodal ne de kapitalist bir ülkeydi ve merkez ülkelerin kapitalistlerinin sağladığı ölçüde bir iktisadî-idarî-sosyal-askerî merkezîleşme ve konsolidasyon gerçekleştirememiştir. Hâliyle savaş momenti devrim için gerekli bütün koşulları olgunlaştırmış, Lenin önderliğinde Bolşevikler de İngiliz ve Alman sistemleri arasındaki çarpışmada sınıf savaşımının gerçek tarafı olarak işçi sınıfı iktidarını kurmuştur. Merkez ülkelerdeki sosyalist-komünist uzlaşmacılığın Rusya’daki türevi olan Menşevizm ise yenilmiştir.

***

Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi, Alman sanayisi için petrolle birlikte yeni pazarlar, hammadde ve zengin yeni maden yatakları demekti aynı zamanda. Almanlar, Berlin-Bağdat Demiryolu hattıyla bağlantılı olarak Basra Körfezi’nde ticarî ve askerî gemileri için stratejik öneme sahip bir üs kurmayı da hedefliyorlardı. Bu noktada İngiliz sistemi tarafından gerçekleştirilecek emperyalist bir saldırının arifesinde olan Osmanlı İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu arasında müttefiklik ilişkisi ortaya çıkacak zemin bulmuştur. Aslında söz konusu demiryolu projesini II. Abdülhamit’in de oldukça sahiplendiği ve heyecanla karşıladığı bilinmektedir. II. Abdülhamit, İmparatorluğun Avrupalı büyük devletler karşısındaki özellikle teknolojik ve askerî geri kalmışlığını gidermek ve toprak kayıplarını telafi etmek için bu projeyi hayata geçirmek istiyordu. Ayrıca Orduyu güçlendirmek, modern ulaşım sistemleri kurmak ve devletin gelirlerini arttırmak amacıyla yapılan Bağdat Demiryolu, uluslararası öneme sahip bir Türk projesi sayılıyordu.


Görsel 2: İttifak Devletleri ve Berlin-Bağdat Demiryolu Hattını gösteren Foreign Office’de 1916 yılı klasörlerinde mevcut bir harita. Harita’da petrol kaynaklarına olan muhtemel etki-yakınlık gösterilmiş[9]

Almanya’nın barışçıl yayılma stratejisi ile Osmanlı’nın yeniden güçlenme gayesi bir noktada birleşiyordu. II. Wilhelm, Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi aracılığıyla yaklaşık 300 milyonu bulan Müslüman nüfusu, İngiltere sisteminin etkisinden kurtarıp Almanya’nın saflarına çekmeyi plânlıyordu. Hâl böyleyken II. Abdülhamit’in Almanya’ya karşı olumlu yaklaşması elbette bazı somut verilere dayanıyordu. Özellikle Almanya’nın Müslüman sömürgelere sahip olmaması, Osmanlı coğrafyasını işgal girişiminde bulunmamış olması, Osmanlı İmparatorluğu ile ortak sınırının bulunmaması gibi faktörler II. Abdülhamit açısından Almanya’yı doğrudan tehdit olmaktan çıkartıyor ve daha güvenilir bir müttefike dönüştürüyordu. Alman General Von Der Goltz’un (Goltz Paşa)[10] Osmanlı İmparatorluğu’na silah satışı için gösterdiği çaba ve faaliyetlerinin başarıya ulaşması da bu ilişkileri ayrıca derinleştirmiştir. Alman silah sanayisi ve özellikle Krupp firması ile geliştirilen karşılıklı iş birliği anlaşmaları Osmanlı Ordusu’nun da gittikçe Almanya eksenine kaymasına vesile olmuştur.[11] Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi bu ortam ve yaklaşımlar içinde taraflarca müzakere edilmiş ve bütün müzakereler sonucunda proje mutabakatı imza altına alınmıştır. Ancak anlaşmanın tamamen şekillenmesi yaklaşık dört yıl sürmüş, nihayetinde Berlin-Bağdat Demiryolu Anlaşması, 5 Mart 1903 tarihinde Nazır Zihni Paşa, Arthur Gwinner, Kurt Zander ve Dr. Hugenin imzaları ve 18 Mart 1903 tarihinde de Padişah onayıyla yürürlüğe girmiştir.[12]

Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekiyor; Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi hem Almanlar hem de Osmanlı için somut maddî bir zorunluluk olduğu gibi aynı zamanda felsefî ve ideolojik bir anlamı da bulunmaktaydı. Osmanlı’nın Kızıl Elma politikası; Pantürkîzm ve Panîslamizm ülküsü, Almanların ise “Doğuya Doğru” (Drang Nach Osten)[13] politikası; Pangermenizm ülküsünü içermekteydi. Bu yanıyla “Kızıl Elma” ve “Drang Nach Osten” birbirleriyle kolaylıkla uyumlanabilir olgulardı ve Osmanlı ile Almanya’yı bir tür amaç ve kader birliği etrafında birleştiren metafizik anlam ve göndermelere de sahipti.


Görsel 3: Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi kapsamında yapılan Adana ilinin Karaisalı İlçesi’nde bulunan Varda Köprüsü

Alman İmparatorluğu, savaş koşulları oluşmadan önceki süreçte İngiltere sistemi tarafından emperyalist kuşatma altında bulunan yahut doğrudan saldırıya uğrayan ülkelere ve dünya kamuoyuna karşı barışçıl, yumuşak güç “consensual hegemony” (rızaya dayalı hegemon) stratejisi uyarınca yaklaşmaktaydı.[14] İngiltere zulmünden ve sömürüsünden yılmış ülke ve milletler nezdinde “kurtarıcı” bir güç olarak algılanmak istiyordu. Zira belli alanlarda İngiltere sisteminin karşısına ancak böylece çıkabilir ve bir alternatif oluşturabilirdi. Almanya bu projeksiyona göre özellikle malî konularda Deutsche Bank vasıtasıyla “kurtarıcı” misyonunun gereği, görüşme ve pazarlıklarda ziyadesiyle tavizkâr davranabiliyordu. Dolayısıyla Almanya, Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi için de tam anlamıyla kesenin ağzını açmış, projenin yapım maliyetlerinin büyük kısmını (çok daha stratejik ayrıcalıklar elde ederek) üstlenmişti.

İttihat ve Terakki Hükümeti de 1912 yılında, Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nin yapım ve inşa masraflarını karşılaması için Alman bankası Deutsche Bank’a çeşitli tavizler vermişti. Bu tavizler sonucunda Alman bankası, Musul’a kadar giden Bağdat demiryolu hattının sağından ve solundan geçen yirmişer kilometrelik alan boyunca bütün petrol ve yeraltı kaynaklarını çıkarma imtiyazını elde etti. Böylece, bu imtiyazlarla birlikte Osmanlı topraklarında bulunan önemli petrol bölgeleri “azman” Alman sanayisinin kullanımına hazır hâle gelecekti. Ayrıca, Almanya için Ortadoğu petrollerini kontrol etmek demek aynı zamanda; Amerika Birleşik Devletleri’nden petrol ithal etmek zorunda kalmayacağı ve petrol bağımlılığından kurtulabileceği oldukça cazip bir tablo sunuyordu. Yani Osmanlı İmparatorluğu, Almanya marifetiyle İngiliz sisteminin emperyalist saldırısından korunma amacını güdüyorken, Almanya ise müttefiklik hukuku ile bağlı olduğu Osmanlı topraklarında bulunan büyük petrol bölgelerine ulaşmanın hesabını yapmaktaydı. Çünkü hızla büyüyen devasa Alman sanayisi için bol ve ucuz enerji artık bir zorunluluktu. Endüstriyel üretim hacmi ve teknolojik gelişme Almanya’da sürekli artıyorken, aynı zamanda sanayi kapitalistlerinin kâr oranları da neredeyse benzer hızda düşüyordu. Bu durumun geri çevrimi için bol enerji, hammadde ve zengin pazarlar gerekiyordu. Bu unsurları sağlamanın yolu devletler ve imparatorluklar arası büyük bir mücadele ve hesaplaşmayı gerektiriyordu. İngiltere bu mücadeleye tarihsel bazı avantajlarıyla birlikte neredeyse 3-0 önde başlamıştı. Almanya ise bu farkı kapatmak için bilimsel, askerî, iktisadî vb. her alanda çok daha fazla çalışmak ve üretmek zorundaydı. İngiltere’yi kıtalararası emperyal bir güç hâline getiren donanma ve denizcilik, Almanya’nın özellikle üzerinde çalıştığı konulardı. Bu çerçevede, petrol eksenli gelişmeler, denizcilik ve donanma teknolojileriyle birleştiriliyordu, bu da İngiltere ve Almanya arasında cereyan eden “üstünlük” mücadelesinin bölünmez bir parçası olarak tezahür ediyordu. İngilizler bu dönemde “petrolün potansiyel rolü” konulu büyük toplantılar düzenlemekte ve petrolü endüstriyel üretimde, teknolojik yeniliklerde etkin olarak kullanmaktaydı. Ancak İngilizlerin “Almanların petrol gücüyle çalışan dev cüsseli okyanus gemileri inşa ettiğine dair çeşitli raporlar aldığında yine de büyük telaşa kapıldığı bilinmektedir.[15] Öyle ki petrol, dönemin siyasetçi ve teknokratları tarafından “dünyanın kanı” ve “savaşın kanı” olarak görülmektedir.[16]


Görsel 4: Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nin İngilizler tarafından engellenmesi Arabistanlı Lawrence’ın faaliyetleriyle mümkün olmuştur. Bir pusu sonucu devrilen tren bugün hâlâ bu vaziyette çölün ortasında durmaktadır

Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi, İngilizlerin ve Rusların Ortadoğu’daki alt yapı projeleri için tehdit oluşturuyordu. Demiryolu projesi, İngilizlerin hâkim olduğu Süveyş kanalına ve Rus Çarlığının İran’daki demiryolu projelerine alternatif bir yapı teşkil ediyordu. Proje aynı zamanda, Fransa’nın Suriye ve Mezopotamya topraklarına yönelik heves ve tasarruflarına darbe niteliği de taşıyordu. Bu nedenlerle Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi; İngiltere, Fransa ve Rusya’yı realpolitik gerekçelerle birbirine yakınlaştırırken, diğer taraftan söz konusu proje Osmanlı İmparatorluğu, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu da bir araya getiriyordu. İngiltere, Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nin simgelediği Alman nüfuzunun Osmanlı hinterlandında olan Ortadoğu coğrafyasına sızmasını engellemek için Osmanlı otoritesine karşı ikircikli davranan Kuveyt Emirliği’nin dış işlerinin sorumluluğunu üzerine aldı ve daha sonra da emirlik üzerinde “koruyuculuk” görevini üstlendi. İngiltere’nin Ortadoğu coğrafyasında yürüttüğü bu ve benzeri çok boyutlu örgütlenme çalışmaları kısa sürede hem Almanya hem de Osmanlı üzerinde bir üstünlük kurmasına yol açtı. Öyle ki bu faaliyetler asıl “meyvesini” savaş sürecinde vermeye başlamış, savaşın sonunda neredeyse Bakû/Hazar petrolleri dışında bütün büyük petrol bölgeleri İngiliz sistemi tarafından kontrol altına alınmıştı. Henüz savaşın ortasında, Mayıs 1916 senesinde, İngiltere-Fransa-Rusya[17] arasında Sykes-Picot anlaşması imzalanmış, sistemin bileşenleri de emperyalist paylaşımdan paylarına düşeni bir ölçüde almıştır. Bilindiği üzere gizli bir anlaşma olan Sykes-Picot ile devasa Ortadoğu toprakları, bu topraklarda yaşayan milletler ve kültürler cetvelle çizilerek birbirlerinden koparılmıştır. Anlaşmadan kısa bir süre önce İngiltere Osmanlı karşısında Kût’ül-Amâre’de çok büyük bir yenilgi yaşamıştı. General Charles Townshend’in komuta ettiği İngiltere’nin Mezopotamya Ordusu’nu 22 Kasım 1915’te Basra’nın kuzeyinde durduran 6. Ordu, 8 Aralık’ta bu kuvvetleri Kût’ül-Amâre’de kuşatma altına aldı. İngiliz ordusunu kurtarmak için gönderilen takviye birliklerini de püskürten Halil Paşa komutasındaki 6. Ordu, 143 gün süren kuşatma sonunda İngiltere’nin Mezopotamya Ordusu’nu 29 Nisan 1916’da tamamen teslim aldı. Kût’ül-Amâre yenilgisi, İngiliz tarihçileri tarafından kendi tarihlerinin en büyük askerî hezimeti olarak değerlendirilmektedir.[18] Bu yenilgi sonrası ciddi bir sarsıntı yaşayan İngiltere ve Fransa aceleci bir tavırla kazanımları yasal bir statüye kavuşturmak istiyordu ancak sistemin diğer bileşenleri olan Çarlık Rusya’sını ve İtalya’yı da bölüşümde dışarıda bırakmaya çalışıyorlardı. Sykes-Picot esasen İngiltere-Fransa arasında yürütülen bir anlaşma olmasına karşın mutlak suretle Rusya’nın onayı gerekiyordu. Hâliyle verili durumu kabul etmeyen Rusya anlaşmayı önce onaylamadı, daha sonra gücü nispetinde kendisini tatmin edecek bazı taleplerini kabul ettirmek suretiyle anlaşmayı onayladı. Fakat Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi sonrasında Bolşevikler gizili anlaşmayı bütün dünyaya ifşa ederek emperyalist paylaşım savaşından çekilmiş ve böylece anlaşma belli yönlerden geçersiz hâle gelmiştir.

***

Bu denklemde özellikle Bağdat Demiryolu Projesi, İngilizler için en büyük sorunu teşkil ediyordu ve bu nedenle asla tamamlanmaması gerekiyordu. Demiryolu hattını tehlike olmaktan çıkarmak isteyen İngilizler, tahmin edileceği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda demiryolu ağını kullanılamayacak şekilde tahrip etmişlerdir. Almanların büyük ölçüde petrol yataklarını ele geçirmek üzere kalkıştığı savaşın sonunda, İngiliz sistemi Almanya’ya tabiri caiz ise bir damla dahi petrol vermeyecekleri bir zafer elde etmişlerdi. Savaş sürecinde petrol arzında yaşanan aksaklıklarda İttifak devletleri ciddi bir petrol kıtlığı yaşamazken, İttifak ülkelerinin ablukası, ülkeye denizden gelen petrolün içeri girişini engellediği için özellikle Almanya büyük sıkıntılarla baş başa kalmıştı. Bu ortamda Romanya, Almanya için petrol temin edebileceği Rusya dışında, Avrupa ülkeleri arasında en büyük petrol yataklarına sahip tek ülke ve üreticiydi. Almanya böylece 1916’da bu mecburiyetin sonucu Romanya petrol yatakları ve rafinerilerini ele geçirdi. Bunun üzerine İngiltere, Romen hükümetini petrol sahalarının tahrip edilmesi konusunda “ikna” etmiş ve devamında İngiliz hükümeti bu amaçla, bir milletvekili olan Albay John Norton-Griffiths’i, Romen petrol endüstrisini tahrip etme işini organize etmekle görevlendirmişti.[19] Böylece Norton-Griffiths öncülüğünde Romanya’da yetmiş adet rafineri ve yaklaşık sekiz yüz bin ton ham petrol ve petrol ürünü tahrip edilmiştir.[20]

Bahsi geçen olaydan sonra Almanların petrol bölgelerini yeniden çalışır duruma getirmeleri beş aylarını almıştı ancak petrol üretimi eski kapasitenin çok uzağında bir üretim hacmine sahipti ve Almanlar için petrol hâlâ büyük bir ihtiyaçtı. Almanya Hazar petrol bölgesinde bulunan Bakû petrollerini ele geçirmenin yollarını aramaya başladı ancak bu bölge de ziyadesiyle karışıktı. Türkler Bakû’ye doğru ilerlemeye başlamıştı. Bolşevik Devrimi ile Rusya İmparatorluğu’nun parçalanması sonrasında Almanya ve Bolşevikler arasında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’nda geçmiş düşmanlıklara son vermek üzere kısmî bir uzlaşıya varılmıştı.[21] Adı geçen antlaşma; Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Bulgarlar ile Bolşevikler arasında yürütülmüş, ancak Bolşeviklerin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı politikası gereği Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Ukrayna, gibi unsurların da dâhil olmasıyla çok taraflı, dolayısıyla çetrefilli bir boyut kazanmıştı. Görüşmeler sırasında tartışmaların çoğu zaman tıkandığı ve yol alınamadığı bu antlaşma tarihe “ne savaş ne barış” olarak geçmiştir. Antlaşma ancak her iki tarafın köşeye sıkıştığı bir zamanda, 3 Mart 1918 tarihinde nihayete erebilmiştir.[22] Antlaşma neticesinde Almanya derin bir nefes alabilmiş, Sovyetler ise beklenen Avrupa Devrimi olanaksız hâle gelince sosyalizmi en azından tek ülke ölçeğinde muhafaza etme imkânına kavuşmuştu. Antlaşma sonucunda on kadar bağımsız ülke doğmuş, böylece Rusya nüfusunun %34’ünü, tarım arazisinin %32’sini, şeker pancarı tarlalarının %85’ini, sanayisinin %54’ünü, kömür madenlerinin %89’unu kaybetmişti. Antlaşma sonunda Sovyetlerin kaybının bu kadar büyük olmasının aslî nedeni tahmin edileceği üzere Ukrayna’nın kaybıdır. Brest-Litovsk Antlaşması’nda Ukrayna’nın kopması hâlihazırda yaşanan Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkmasında etkili olduğu söylenebilir. Tarihsel olarak Rusya Ukrayna’yı büyük ölçüde kendi masif bedenine ait bir parça olarak görmektedir. Ukrayna’nın doğuşu[23] elbette Almanya için büyük bir kazanımdı, şöyle ki Almanlar özellikle savaşın sonuna doğru tahıl teminine yönelik ciddi zorluklar yaşıyordu. Almanya, bu nedenle Ukrayna’nın bağımsızlığını sağlamak için tavizkâr bir konumu da sürdürmek durumunda kalmıştır. Nihayetinde Almanya neredeyse bütün cephelerde 1914-1918 Savaşı’nda, aslî amaçlarına ulaşamamış, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu dağılarak sınırlı bir coğrafyada, gecikmiş de olsa, ulus devlet kimliğine tutunmuşlardır. Gerçekleşmesi hâlinde tarihsel akışın yönünü tayin edici bir unsur olabilecek Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi ise Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı’nın savaşı kaybetmesiyle birlikte akamete uğramıştır. Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de İngiltere sistemine angaje olmasıyla birlikte, Berlin-Bağdat Demiryolu hattı olarak başlayan proje, 1940 yılında Londra-Bağdat Demiryolu Hattı olarak tamamlanmıştır.


Görsel 5: Londra-Bağdat Demiryolu Hattı olarak tamamlanan projeye ait 1940 tarihli gazete haberi

Birinci savaşı kaybeden ülkeler, gücü nispetinde ikinci savaşa da hazırlanmış, Türkiye her nasılsa bu savaşta tarafsız kalmayı başarmıştır. Burada Türkiye’nin savaşa girmemesinde “tampon devlet” fonksiyonuna vurgu yapmak mümkün, şöyle ki Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’nın ve Sovyetlerin muhtemel yayılmacılığına karşı Türkiye topraklarının “tampon” olma işlevi bizzat İngiliz sisteminin tasarımının bir mahsulüydü. İngiliz sisteminin tampon ülke ve Mîsâk-ı Millî kurgusunu kabul eden Kemalist fraksiyon 1939-1945 Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuş olan hassas dengenin bozulabileceğini hesap ediyordu. İngiltere de aynı eksende Türkiye’nin savaşın bir cephesi olmaması konusunda büyük bir çaba içindeydi ki Türkiye’nin savaşa dâhil olması, Sovyetler Birliği yahut Almanya kontrolüne geçme riskini barındırıyordu.

1939-1945 Savaşı’nı, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımını ve etkisini üzerinden hızlıca atan Alman sisteminin yeni bir kalkışması olarak tarif etmek mümkün, çünkü 1914-1918 Savaşı’nı ortaya çıkaran koşullar Almanya aleyhinde bütünüyle olduğu gibi devam ediyordu. Gelişmeye devam eden Alman sanayisi hâlâ kendisini yeterli ölçüde besleyecek enerji kaynaklarından mahrumdu. Birinci savaşın sonunda ele geçiremediği Sovyetler Birliği topraklarında bulunan enerji kaynaklarını, özellikle Bakû-Hazar Bölgesi’ndeki petrol yataklarını ele geçirmek Almanya’nın temel stratejisini teşkil ediyordu. Öyle ki Bakû’nün petrol yatakları henüz yüzyılın başında Amerikan petrolünden sonra petrolün en etkili şekilde çıkarıldığı ve rafine edildiği bir bölge hâline gelmişti. Bu dönemde global sermayenin istilasına uğramış olan bölge Rothschild, Rockefeller, Nobel aileleri tarafından parsellenmişti. Shell, Standard Oil gibi şirketler çokuluslu yapısıyla bu parselasyonda başı çekiyordu. 1918’de Bakû petrolleri Bolşevikler tarafından millîleştirildiğinde Bakû’deki yabancı sermayenin %68’i İngiliz, %20’si Fransız’dı. Nihayetinde Almanya, Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi kapsamında hedeflerine ulaşamadığı petrole, Bakû-Hazar Bölgesi’nde kavuşmayı umuyordu. Yani, İkinci Dünya Savaşı da Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi büyük ölçüde petrol bölgelerine erişim için çıkacaktı. Bu gerçeği Bolşevikler tarafından rehin alınan Alman Silahlanma ve Savaş Üretim Bakanı A. Speer, sorgusunda, “harekât kararının birinci sebebinin petrole olan acil gereksinimleri olduğunu” söyleyerek çıplak bir şekilde dile getirecekti.[24]

***

Almanya, 1914-1918 Savaşı’nda, görece yumuşak güç stratejisine, 1939-1945 Savaşı’nda ise Nazi saldırganlığına başvurmuş ancak her iki savaşta da yenilen taraf olmuştur. Almanya’yı bu stratejilere iten sebepler ve mecburiyetler bugün de ortadan kalkmadığı gibi, denkleme hâlihazırda aynı açmazı daha şiddetli yaşayan başka bir küresel güç de katılmıştır. Geldiğimiz noktada devlet ve toplumsal yapı Keynesyen ve Maltusyen iktisat prensiplerine göre yeniden biçimlendirilmektedir. Süreci yöneten hâkim kapitalist blok, Birleşmiş Milletler kontrolörlüğünde, bol ve ucuz enerji çağının kapandığı bu dönemde, Yeşil Dönüşüm Kapitalizmi ile sanayilerini belli ölçüde terbiye etmeye, çok yönlü ve çok boyutlu politikalarla toplumların enerji talebini sınırlamaya, düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmeğe çalışıyorlar. Ancak jeostratejik plânda hâlâ 1914-1918 Savaşı’nı ortaya çıkaran koşullar belirleyici durumdadır. Dolayısıyla devletler nazarında, özellikle kaybeden devletler açısından henüz Birinci Dünya Savaşı bitmemiştir. Devletler bu düşünce ve kabul uyarınca yönelimlerini, politika ve stratejik projeksiyonlarını belirlemekte ve geleceğe hazırlanmaktadırlar.

***

Çin’in iktisadî büyüme eğilimi, yaklaşık son on yıldır kendisinin dahi yavaşlatmaya ve durdurmaya çalıştığı büyük bir sorunsaldır. Nüfus artışı, Çin’in iktisadî büyüme sorunsalı ile doğrudan bağlantılı bir diğer büyük sorunsaldır. İçeride ve dışarıda Çin ile ilgili değerlendirme ve tartışmalar temelde bu iki meselenin ekseninde yürütülmektedir. 1978 öncesinde büyük ekonomik krizler sarmalında bulunan Çin’in iktisadî büyüme trendi, finans sermayesinin başlattığı İkinci Globalleşme dalgasıyla[25] birlikte başlamış ve geçen zaman içinde bu dalganın en büyük unsuru hâline gelmiştir. Çin, özellikle üretim hacmi ve ekonomik büyüme rakamları yönünden sergilediği performansla, 1990’lı yıllarda güçlü bir devlet olarak devletlerarası sisteme, belirleyici bir unsur olarak, bir anlamda yeniden katılmıştır.[26] Çin’in başını çektiği; Hindistan, Pakistan, Güney Afrika, Meksika, Türkiye, Endonezya gibi gelişmekte olan ülke olarak ifade edilen ülkeler, küresel sanayi üretiminin fabrikaları hâline gelmiştir. İngiltere merkezli finans sermayesinin dünya ekonomik sisteminde kontrolü ele geçirmesi, yukarıda anılan ülkelere büyük ölçekli sermaye girişlerine neden olmuş; nüfus yapısı, ucuz iş gücü piyasası ve kapitalistleşmemiş geniş toprakları ile bu ülkeler finans sermayesi tarafından âdeta istila edilmiştir. Finans sermayesinin bu akını, birçok toplum bilimci tarafından ikinci emperyalist dönem olarak tanımlanmıştır.

Çin, iktisadî büyüme rakamları ile “gelişmekte olan” ülkelerden farklılaşmış, özellikle satın alma gücü paritesinde, kişi başına düşen GSYİH’ye göre, diğer gelişmekte olan ülke ekonomilerinden ciddi ölçüde ayrışmıştır. Aşağıdaki grafikte Çin’in 1990’dan 2000 senesine kadar yatay seyreden GSYİH’sinin 2000’li yılların başından itibaren yukarı yönde hızla arttığı görülmektedir. Çin’in, bu parametre ölçeğinde, uluslararası siyasette, birçok alanda kıyaslandığı Hindistan ile çarpıcı bir şekilde ayrıştığı ve Çin’in çok farklı bir gelişim çizgisi oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu gelişim çizgisi, en başta G7 ülkeleri olarak kristalize edebileceğimiz Batı Bloğu’nu tehdit etmektedir, zira dünya kaynaklarından aslan payını bu ülkeler almaktadır. Ayrıca içinde olduğumuz tarihsel kesit, globalleşme döneminde olduğu gibi, herkesin kazandığı (win-win) bir denklem değildir; kaynaklar ve enerji başlıklarında zirvelerin görüldüğü, bu kaynakları temin ve kontrol noktasında her şeyin giderek sertleştiği, sıfır toplamlı bir (zero-sum game) denklemdir. Dolayısıyla Çin’in, özellikle GSYİH yönünden sahip olduğu bu gelişme eğilimi, G7 ülkeleri için, ekmeğin aslanın ağzında olacağı bir dünya yaratmaktadır. G7 ülkelerinin “hem üreten hem tüketen” değil, sadece “üreten” ve Hindistan’ın yaptığı gibi kıt kanaat geçinen bir Çin tasavvuru vardır. Bizim çoğunlukla başka şekiller altında gördüğümüz küresel ölçekli gelişmelerin büyük bir kısmı, aslında Çin’in bu yükseliş trendini aşağı yönlü kırma çabalarına dayanmaktadır. Başlarda ifade ettiğimiz gibi, bu Çin’in dahi durdurmaya çalıştığı kapitalist gelişmenin bir açmazıdır. Kapitalist işleyişin derin-yapısal bir krizini ifade eden bu durum, teknik tabiriyle söylersek, ancak bir “düzeltme” ile mümkün görünüyor.

Çin tekil boyutta, Batı Bloğu tarafından gelebilecek (Japonya dâhil) muhtemel bir saldırıdan korkmaktadır. Bu minvalde ne –gerçekte örtük veya açık müttefiklik ilişkisi içinde olduğu– İngiltere’ye ne de Rusya’ya güvenmektedir. Çin’in İngiltere ile olan münasebeti, nihayetinde ticarî, iktisadî, politik evrende gerçekleşen ortaklıklara dayanıyorken, Rusya ile olan ilişkileri ise sosyalizm geçmişi, kısmî ortak coğrafya ve Batı karşıtlığına dayanıyor. Ancak İngiltere son kertede bir G7 ve Batı Bloğu üyesi ki sömürgeci geçmişi de ayrı bir güvensizlik kaynağı durumundadır. Rusya ise yakın zamana kadar G8’in bir üyesiydi ve Çin’in gittikçe büyüyen masif yapısı, coğrafî olarak hemen yanı başında olan Rusya’yı derinden tehdit etmektedir. Verili durumda Çin ve Rusya iyi ilişkiler içindedir ancak muhtemel bir konjektürel değişme, hızlı bir şekilde ilişkileri tersine çevirebilir. Rusya’nın G8 içinde olduğu, NATO’ya girmesinin konuşulduğu bir dönem şartlar değişirse yine oluşabilir elbette. Bu yanıyla konumlar ve pozisyonlar mutlak değildir. Öyle ki Ağustos 1939’da Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandığında Hitler ve Stalin bütün Avrupa’yı işgal edecek sanılıyordu ancak görüldü ki iyi ilişkiler ve barış ortamı aslında büyük bir harekâtın kılıfıydı.


Grafik 1: Başlıca Gelişmekte Olan Ekonomilerde Kişi Başına Düşen GSYİH Grafiği

***

Çin coğrafyasında, kaynakların miktarı ülkenin nüfusu ile ters orantılıdır, yani nüfus fazla ancak ekilebilir arazi, su kaynakları, petrol, doğalgaz, demir cevheri ve diğer metaller açısından dünya ortalamasının oldukça altındadır. Aslında, tarihsel olarak bu coğrafyanın kaderidir demek mümkün, zira özellikle ekilebilir arazi ve su kaynaklarının yüzlerce yıldır büyüyen Çin toplumu için yetersiz olduğu bilinmektedir. Mesela bazı böcek ve hayvanların tüketilmesinin[27], bahsi edilen yetersiz tarımsal üretimden ve besin kaynaklarının eksikliğinden kaynaklandığı bilinmektedir. Çin, 1979 yılında başlattığı tek çocuk politikasıyla ülke kaynaklarının etkin kullanılmasını amaçlamıştır. Kaynaklar ve nüfusun çelişik yapıda olması Çin’in komşusu Hindistan’ın da mustarip olduğu bir durum. Hindistan da büyüyen nüfusuyla Çin’i neredeyse geride bırakmak üzeredir. Hindistan’ı Çin’den ayıran ve belki de öncelikli hedef olmaktan çıkaran en önemli faktör, satın alma gücü paritesindeki kişi başına düşen GSYİH’sinin çok düşük olmasıdır. Bu durum kabaca, Çin’in özellikle enerji talebinin, benzer nüfus yapısına sahip olan Hindistan’dan çok daha yüksek olması anlamına gelmektedir. Zenginleşme, kapitalist tüketim ilişkileriyle bir araya gelince enerji tüketimi de otomatik olarak artmaktadır. Bu noktada kaynak yetersizliği, kendi kendine yetememe gibi bir başka sorunsal ortaya çıkıyor. Günümüzde, Hindistan’da yüz milyonlarca insan, geçmişte Çin toplumunun yaşadığına benzer “yoksul” bir hayat yaşıyor. Budizm temelli felsefî yaklaşım iktisadî ve sosyal plânda bu hayatı çekilir ve mümkün kılıyor.[28] Çin toplumunun çeşitli sebeplerle Hint toplumundan ayrıştığı nokta tam olarak burasıdır. Çin toplumu, tarihsel olarak kolektivist köklere sahip olmasına rağmen, “devlet”[29] ve yönetici sınıf; kalkınma, sanayileşme, kentleşme yönelimleri bağlamında uzun bir dönem boyunca malî-finans sermayesiyle kol kola yürümüştür. Çin toplumu da gelişmekte olan neredeyse bütün ülkelerde yaşandığı gibi, bu yönelime tâbi olmak zorunda kalmıştır. Çin’le birlikte anılan “ucuz iş gücü” mefhumunu ortaya çıkaran koşullar “gelişmekte olan” ülkelerin neredeyse hepsinde benzer şekilde seyretmiştir. Kısaca, Çin toplumunun kolektivist kökleri “devlet” eliyle istismar edilmiş, on milyonlarla ifade edilen geniş halk yığınları kırdan koparılıp kentlere istiflenerek, finans sermayesinin başlattığı İkinci Globalleşme dalgasının motor gücü hâline getirilmiştir. Böylece devlet ve İngiltere tabanlı finansal oligarşinin iş birliğinde yürütülen kapitalist modernleşme, iyi kötü kendi kendine yetebilen kır yaşamına ait büyük yığınları kentlerde “sosyalizm” kılıfıyla, bir tür üretim makinesine dönüştürmüştür.

Çin’in ekonomik büyümeye bağımlı kapitalistleşme süreci, zaman içinde ortaya aşırı “kapitalistleşmiş” bir düzeni çıkarmıştır. Şimdi bu düzende hem kendi devasa nüfusunu hem de “dünyanın fabrikası” misyonu gereği dünyayı beslemek zorunda. Bu denklem Çin Devleti’nin ikisinden de vaz geçemediği paradoksal bir durum. Bu paradoksal durum Çin’de kaçınılmaz olarak bir kaynak kıtlığı yaratmaktadır.[30] Kendi nüfusunu doyurmak ve sanayi altyapısını idame ettirmek için fabrikalar çalışmak ve çarklar dönmek zorunda, hâliyle dünyayı doyurmak zorunda çünkü fabrikalar çalışmak ve çarklar dönmek zorunda. Gelinen noktada Çin de dünya da bu paradoksal durumu açmaya çalışıyor aslında. Üretimde dünya Çin’e bağımlı olmayacağı, Çin’de ekonomik büyümeye bağımlı olmayacağı bir çözüm bulmaya çalışıyor denilebilir. Küresel pandemi politikalarının icrası ve Post-Korona dönemi olarak ifade edebileceğimiz, içinde yaşadığımız dönemde yürütülen ve gittikçe sertleşen iklim politikalarının bu yönde bir anlamı olduğunu söylemek lâzım. Özellikle tedarik zincirleriyle ilgili tartışmalar, ticaret gemilerinin hareketliğinin bir dönem neredeyse durdurulması, limanların kapatılması, Çin’in yeniden karantina önlemlerine dönemsi vb. uygulamalar bir tür “kemer sıkma”, “soğutma” amaçlı gelişmeler olarak görülebilir.

***

Aşırı kapitalistleşen dünyada kaynakların yetersizliği ve azalan kaynaklar meselesi küresel ölçekli gelişmelerin merkezini teşkil ettiği söylenebilir. Kaynak kıtlığına petrol, doğalgaz gibi enerjiyle ilgili unsurların katılımı durumun vahametini daha da şiddetlendirmektedir. Nüfus artışı ve yüksek hızlı ekonomik büyüme hem toplam hem de kişi başına düşen kaynak talebini dramatik bir şekilde arttırmıştır. Bol ve ucuz enerji temin etme devri kapanınca da ortaya çıkan kaynak ve enerji yetersizliği bu yığınları yönetici sınıf gözünde “gereksiz” hâle getirmiştir. Bu durum; puanlama, kontrol ve dijital gözetim toplumu olarak kendini göstermektedir. Kaynak ve enerji kıtlığının etkilerini özellikle Çin yaşamaktadır ancak Çin örneğinde yürütülen politika ve uygulamalar Birleşmiş Milletler nezdinde bütün dünya halklarına dayatılmaktadır, zira enerji ve kaynakların yetersizliği mevcut durumda kapitalist üretimin en büyük açmazıdır. Pandemi, iklim, hareketliliğin kısıtlanması, az seyahat etme, karantina, aşılama, az tüketme, az enerji harcama, üremenin durdurulması/sakatlanması, eşcinsellik propagandası vb. güncel durum ve olgular küresel ölçekte kaynakların etkin yönetilmesiyle ilgilidir. Birleşmiş Milletler’in enerji-gıda-nüfus politika ve projeksiyonlarına dair bu durum ve olguların büyük kısmı, bir model olarak Çin’de tecrübe edilmektedir.

Burada şunu tekrar vurgulamak gerekiyor: Pandemi ve iklim politikaları konusunda devletler ölçeğinde oluşan konsensus ve eşgüdümün merkezinde sıklıkla andığımız Birleşmiş Milletler bulunmaktadır. Devletler, Birleşmiş Milletler nezdindeki yükümlülükleri ölçüsünde süreci sahiplenmiş, sahiplenmeyen ülke yönetimleri açıkça tehdit edilmiştir. Pandemi politikalarını uygulamayacağını açıklayan bazı ülkelerde iç karışıklık ortaya çıkmış, bazılarında yönetim değişmiş, bazı ülkelerde bizzat devlet başkanları suikasta uğramıştır. Bu konuda en çarpıcı örnek elbette Trump yönetimidir. Trump yönetimi pandemi politikalarını ağır aksak, isteksiz yürütmüş, hatta daha ileri giderek, Birleşmiş Milletler’e ait bir kurum olan ve sürecin ana yürütücüsü olan Dünya Sağlık Örgütü’nü (DSÖ) ülkeden kovmuştur. Bilindiği üzere Trump yönetiminin bu ve bununla paralel diğer tutumları seçimleri kaybetmesiyle neticelenmiştir. Çin ise bu süreci gayet sıkı ve faşizan bir şekilde uygulamış, bu vesileyle, dijital gözetim toplumunun maddî zeminini oluşturmuştur. Çin’in çabası, elbette bütün sorunların “kaynağı” olarak kendisinin görülüyor olmasıyla ilgilidir.

***

Çin’in küresel ölçekli gelişmelerde bir tür ağırlık merkezi hâline nasıl geldiğine kısaca değinmiştik. Hatırlatma mahiyetinde şunu tekrar ifade etmek lâzım: Çin ekonomisinin 1978-2010 yılları arasında sergilediği çift haneli yıllık büyüme hızı çok yüksekti. Bu durum ülkede ciddi bir enerji talebi ortaya çıkarmıştı. Bunun sonucunda Çin, gerek hızlı büyüyen ekonomisiyle gerekse de nüfusuyla birlikte, 2010 yılında dünyanın en büyük enerji tüketicisi hâline geldi. İlginç olan, 1990’lara kadar önemli bir petrol ihracatçısı olan Çin, 2009 yılına gelindiğinde ham petrol ve petrol ürünlerinin dünyadaki ikinci en büyük ithalatçısı, 2013 yılında da dünyanın en büyük ham petrol ve petrol ürünleri ithalatçısı oldu.[31] Öyle ki Çin, kaynakların tüketimi konusunda dünyada âdeta bir “süper güç”tür.[32] Dünyada en fazla enerji tüketen üç ülkenin, toplam tüketimdeki payları 2021 yılı itibariyle; Çin %24,4, ABD %15,9 ve Hindistan %6,4’tür. Bu üç ülke geriye kalan ülkelerin tükettiği enerjinin %44,8’ini tüketmektedir[33] (Tablo 4). 2012 yılında yapılan hesaplamalara göre, Çin’in enerji talebinin 2020 yılında 3,359 MTOE (milyon ton petrol eşdeğeri) 2035’te ise 3,872 MTOE olması beklenmekteyken[34], 2020’de 3,471 MTOE enerji tüketimi atmıştır. Bu da Çin’in birincil enerji ihtiyacının, 2035 yılında beklentilerin oldukça üstüne çıkacağını göstermektedir. Dünya’nın en büyük enerji tüketicisi olan Çin, enerji talebini kendi kaynakları ile karşılaması mümkün olmadığından, enerji üreticisi durumundaki ülkelerin enerji kaynaklarına yönelmektedir.[35] Çin, bu ülkelerde imkân bulduğu ölçüde büyük yatırımlar yapmakta, geniş ölçekli sosyal, kültürel ve en önemlisi ticarî faaliyet alanları oluşturmaktadır. Bu politik eksende özellikle Afrika ve Orta Asya ülkelerine nüfus nakli dahi sağlamaktadır. Çin’in bugün Afrika’nın petrol ve doğal gaz bölgelerine çeşitli misyonlar altında 1,000,000 kadar Çinli yolladığı söylenmektedir. Çin, devasa endüstrisini doyurabilmek ve ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için petrol ve doğalgaz kaynaklarını uzun vadeli enerji ihtiyacı için güvence altına almaya çalışmaktadır. Büyüme bağımlı bir iktisadî ve toplumsal yapı inşa eden Çin için durmak demek; iç karışıklık, isyan ve çöküş demek aynı zamanda. Zira nüfusun doyurulması ve istihdamın sürekliliği için ekonomik büyüme tam bir zorunluluk arz etmektedir. Büyümenin durduğu yahut yavaşladığı bir denklemde ise geniş yığınların işsizliği söz konusu olacaktır. İşsizliğin Çin gibi bir ülkede istenecek son şey olduğu da ifade etmek gerekiyor.


Harita 1: Ülkelerin Total Enerji Tüketimi ve MTOE Değerleri, 2021


Grafik 2: En Fazla Net Petrol İthal Eden 10 Ülke, 2014 (Günlük, Milyon Ton)

Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Çin’in total enerji tüketimi yüksektir çünkü sanayi mallarına olan küresel ihtiyaçların büyük bir kısmı Çin’de üretilmektedir. “Gelişmekte olan ülkeler” dışındaki, G7 olarak vücut bulan “gelişmiş ülkeler”de ekonomik büyüme söz konusu olmadığı, hatta çoğu zaman negatif (-) büyüme gerçekleştiği için, bu ülkelerin sanayi üretiminde kullandığı total enerji miktarı ya azalıyor ya da stabil durumdadır. Bu ülkeler İkinci Globalleşme Dönemi’nde finans sermayesi eliyle kendi sanayi üretimlerini sınırlayıp asıl kitlesel üretimi zaten, “az gelişmiş” ülkelere kaydırmışlardı. Bu ülkelerin sanayi üretiminde kullandıkları enerji düşüktür ancak bireysel enerji tüketiminde harcadıkları enerji fazlasıyla yüksektir. Asıl alâmet-i farikaları olan toplumsal refah ve konfora da büyük ölçüde bu sayede erişmişlerdir. Bu ülkelerin her biri (G7) bireysel enerji tüketimi ve diğer tüketim alışkanlıkları konusunda dünyada açık ara bütün ülkeleri geride bırakmaktadır. Yani ortalama bir G7 üyesi ülke vatandaşı, ortalama bir Asyalı ve Afrikalıdan onlarca kat (yaklaşık 200 kat) daha fazla kaynak ve enerji tüketmektedir. ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ana akım kapitalist ülkeler dünyanın herhangi bir ülkesine göre açık ara önde yer almaktadır. Örneğin, Çin’de kişi başına düşen enerji tüketimi, ABD’de kişi başına düşen enerji tüketiminin dörtte biridir. Bekleneceği üzere G7 ülkeleri sahip oldukları ayrıcalık ve konfordan taviz vermek istemiyor, kendilerine hak gördüklerini diğer dünya halklarına fazla görmektedirler. Çin ile olan düşmanlık da zaten bu noktada tecelli ediyor, zira Çin’in ekonomik büyümesiyle birlikte halkının da bireysel tüketimi ve konfor talebi artmaktadır. Şayet masif bir yapı olarak Çin, aynı üretim kapasitesine sahip olup ancak pirince ve bisiklete talim etseydi elbette büyük bir sorun olmayacaktı ki uzun yıllardır aslında sistem böyle çalışıyordu. Bisiklete binen Çinli imgesi hafızalara böyle kazılıdır. Ancak Çin halkı da G7 halkları gibi konforlu yaşamayı, onlarınki gibi evlerde oturmayı, arabalara binmeyi vb. talep ettiği noktada işler değişmeye başlamıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, benzer nüfus yapılarına sahip Hindistan ve Çin arasındaki fark buna dayanıyor; Çin halkı pirinç ve bisiklete talim etmek istemiyor ve büyümeden pay almak istiyor, bu da hâliyle muazzam bir kaynak talebi oluşturuyor. Hindistan’da ise sufîzm felsefesi ve “bir lokma, bir hırka” anlayışına dayanan toplum yapısıyla, bu talep minimum düzeyde oluşuyor.

Bu denklemde azalan kaynaklar G7 ülkelerinin elitleri lehine kullanılabilsin diye dünyanın geriye kalanının konfor, refah ve insanca yaşama talebinin olmaması gerekiyor. Bu perspektifte G7 devletlerinin, kendi halklarının, özellikle alt sınıflara mensup kesiminin sahip olduğu konfor ve refah seviyesini de sınırlamaya, hatta ortadan kaldırmaya çalıştığını görüyoruz. Bunun için yaygın ve sistematik bir mülksüzleştirme programı icra edilmektedir. Pandemi döneminde özellikle bahsi edilen devletlerin gayet plânlı bir şekilde para basmasıyla başlayan parasal genişleme politikaları, devamında dünya genelinde büyük bir enflasyonist ortam oluşturmuş, bu yolla devasa bir mülksüzleştirme ve servet transferi sağlanmıştır. Hâlâ içinde bulunduğumuz bu süreçte G7 ülkelerinin halkları da devletlerinin eş güdümlü yürüttüğü parasal genişleme, faiz arttırımı gibi enflasyonu kışkırtan iktisat politikaları vasıtasıyla bahsi edilen varlık-servet transferine maruz kalmaktadır. Hatta kapanma, kısıtlama, aşılama vb. pandemi politikaları özellikle bu ülkelerde yaygın bir şekilde uygulanmış, bu ülkelerin alt ve orta sınıfları bahsi edilen politikaların hedefi olmuştur. Özellikle pandemi kaosu içinde yaşlı nüfusa yönelik “sterilizasyon” amacı güdülmüş; karantina, tedavi, aşılama yoluyla yaşlı nüfuslarının önemli bir kısmının hayatlarını kaybetmelerini sağlamışlardır. Covid-19 gerekçesiyle aşılama özellikle bu ülkelerde oldukça yaygın yapılmıştır. G7 ülkelerinin kendi halklarına karşı yürüttüğü bu politikaların hem mülksüzleştirme/servet transferi hem de nüfusu azaltma, dengeleme gibi, çok yönlü ve çok boyutlu anlamları bulunmaktadır. Aşağıda paylaştığımız “kişi başı birincil enerji tüketimi” grafiğinde de pandemiyle başlayan bu kırılmayı görmek mümkün. Pandemi, bütün uygulamaları, tartışmaları, bilimsel hikâyeleriyle, aslında bu kırılımı sağlamak için kullanılan bir koçbaşıydı. Şimdi bu kırılımı derinleştirmek ve kalıcılaştırmak için sayısız enstrümana sahip olan “iklim” politikaları kullanılmaktadır. “Kişi başı birincil enerji tüketimi” grafiği, bize pandemi politikalarının neden merkez ülkelerde daha yaygın ve kuşatıcı bir şekilde yürütüldüğünü bütün çıplaklığı ile ifade ediyor aslında.


Grafik 3: Yaşam Beklentisi Grafiği, Amerikan yaşam beklentisi Küba, Lübnan ve Çeçenistan’dan daha düşük

Bütün tarihsel arka plâna ilişkin gönderme, benzerlik ve bağlantılar çeşitli boyutlarda yaşananları anlamak noktasında önemli veriler sunuyor aslında. Devletlerin ve sermaye fraksiyonlarının hem kendi aralarındaki mücadele sürmekte hem de üretici güçleri teşkil eden işçi sınıfıyla olan sınıf savaşımları devam etmektedir. Elbette içinde olduğumuz aşamada denge sermaye fraksiyonları lehine bozulmakta, işçi sınıfının eşitlik-özgürlük-adalet arayışı ve kavgası sermayenin üstünlüğünde neredeyse yeni bir kölelik düzeniyle karşılanmaktadır. Kendi aralarında amansız bir mücadele içinde olan kapitalist blokların koşulsuz olarak üzerinde anlaştığı hemen hemen her nokta alt sınıflar ve işçi sınıfı hakkındadır. Onlar için alt sınıflar ve işçi sınıfı; dijital gözetim, pandemi ve yeşil dönüşüm uygulamaları ile mutlak kontrol altında tutulmalı, her türlü hareketlilikleri kısıtlanmalı, üreme mekanizmaları sakatlanmalı/üremeleri durdurulmalı, gıda-enerji tüketimleri sınırlanmalı ve kapsamlı bir servet transferi/mülksüzleştirme yoluyla köleleştirilmelidir. Bu konu daha detaylı irdelenmesi gereken başka bir çalışmanın konusu ancak yeri gelmişken bir nebze genişletmek gerekiyor. Bugün kemikleşmiş birer faşizm yasası hâline gelen eşcinsellik, çok renklilik, veganlık, kimlikçilik, çevrecilik gibi ideolojik kavram ve olgular son yirmi yıldır adım adım belli dozlarda sosyalist-komünist bünyeye yedirildi; işçi sınıfının anlam dünyası, teorik aklı ve ahlâkı usul usul aşındırılarak ortaya zombileşmiş bir insan yığını çıkartıldı. Bu yığının büyük kısmı, içinde bulunduğumuz döneme hâkim olan Maltusyen ve Keynesyen iktisat prensiplerine göre “gereksizdir”, bunların mal ve mülklerine el konularak imha edilmeleri düşünülmektedir. Küresel ölçekte, ülke ve coğrafya fark etmeksizin, işçi sınıfı ve alt sınıfların mücadelesini yürütüyor görünen sosyalist-komünist muhalif çoğu unsurun aslında kapitalist dönüşüm sürecinin aparatları olarak iş gördüğü ve bizzat bu günler için hazırlandıkları anlaşılmaktadır. Öyle ki Covid-19 pandemisinde ve hemen sonrasında yeni bir fasıl olarak açılan büyük resetleme/yeşil dönüşüm/yeşil kapitalizm/sıfır karbon vb. konularda sermayeye gerekli olan politik, entelektüel, sanatsal, kültürel, bilimsel destek, sözü edilen sol-sosyalist-komünist-anarşist unsurlar tarafından verilmektedir. Dünya halkları, işçi sınıfı ve ezilen alt sınıflar, tarihte benzeri görülmemiş türden büyük bir ihanete uğramışlardır. Pandemi sürecinde, devletlerin aldığı kısıtlama kararlarına, karantina vb. önlemlere, aşılama programlarına ve dijital gözetime şüpheyle yaklaşan, itiraz eden insanlar bizzat sosyalist-komünist muhalif unsurların doğrudan saldırısına uğradı, bunlar devletlerden ve burjuvalarından daha sert kısıtlama, zorla aşılama ve tam kapanma talep ettiler. Bazı iktisatçıların ve toplum bilimcilerin yeni feodal kölelik düzeni olarak tarif ettikleri içinde bulunduğumuz bu tarihsel moment, daha evvel de vurguladığımız üzere, kapitalistler lehine gelişerek devam etmektedir. Jeopolitik evrende yaşanmakta olan gelişmelerde ise dünya halkları ve işçi sınıfı; burjuvaların, devletlerin ve sahte kurtarıcıların mengenesinde ezilmektedir.


Grafik 4: Kişi Başı Birincil Enerji Tüketimi


Grafik 5: Ülkelerin Kişi Başı Geliri ile Kişi Başı Enerji Tüketimi

***

Jeopolitik boyutta Çin, geldiğimiz noktada Birinci Dünya Savaşı momentinde Alman İmparatorluğu’nun sahip olduğu konuma benzeyen bir konuma erişmiştir. Büyüme bağımlı iktisadî-toplumsal yapı, daralmayı ve küçülmeyi kaldıramaz durumdadır. Geçmişte kıt kanaat hayatını sürdürebilen, pirinç ve bisiklete talim edebilen devasa masif toplumsal yapının, kapitalizmin sunduğu konfor ve “nimetlerden” durup dururken vazgeçmesi bu yanıyla mümkün değildir.

Birinci Dünya Savaşı denkleminde İngiltere ve Almanya ile kristalize olan çatışmanın ana nedeni Almanya’nın endüstriyel gelişmesiydi, bu endüstriyel gelişme hızını idame ettirecek “yakıt” kendi kaynaklarından karşılanamaz duruma geldiğinde enerji kaynaklarına ulaşmaya yönelik jeostratejik adımlar atmak zorunda kalmıştı. İş bu noktaya geldiğinde, aslında İngiltere sistemi muhtemel petrol bölgelerini ele geçirecek ittifakları zaten kurmuş, gerekli adımları atmıştı. İngiltere dönemin “hegemon” emperyal gücünü, Almanya ise “yükselen” (emerging) gücünü teşkil ediyordu. Yani, çatışmanın ana nedeni Almanya’nın petrol ve pazara olan yakıcı gereksinimiydi ancak bu iki ana unsurun da parselasyonu İngiltere sistemi tarafından yapılmıştı. Oysa İngiltere ve Almanya şahıslar ve kurumlar açısından birbirlerine düşman sayılmazdı, hatta Alman ve İngiliz hânedanları arasında yakın akrabalık bağları da bulunmaktaydı. Batı ve Avrupa kültürü ile birlikte, dinsel kökleri hatta ırksal kökleri de büyük ölçüde ortak sayılırdı. Ancak maddî-somut zorunluklar aynı ailenin fertleri sayabileceğimiz bu devletleri, her iki dünya savaşında da “düşman” olarak karşı karşıya getirmiştir. Bugüne geldiğimizde G7 ülkeleri olarak somutlaştırabileceğimiz güç[36], azalan kaynakları kontrol etmektedir. Buna karşın Çin ise “yükselen” (emerging) bir güç olarak, azalan kaynakları kendi ihtiyaçları için elde etmeye çalışmaktadır. Yani çatışma, sürtüşme, çelişki ve uzlaşmazlıklar yaklaşık yüz yıl sonra farklı bir sahnede tekrar etmektedir. Devletler siyasetinde ittifaklar, karşıtlıklar, anlaşmazlıklar geçmişte olduğu gibi bugün de aynı dairede gerçekleşmektedir.


Grafik 6: Büyük Ekonomilere Yönelik IMF’nin Büyüme Tahminleri[37]

***

Çalışmanın ana omurgasını oluşturan, resmi adıyla “Bir Kuşak, Bir Yol” girişimini bir tür modern İpek Yolu’nu inşa girişimi olarak da tanımlamak mümkün. Tarihi İpek Yolu, Doğu’nun ipek ve ipekli mallarının Batı’nın zengin pazarlarına nakliyle başlamıştır. Daha sonra baharat, altın, gümüş ve diğer yükçe hafif pahada ağır ürünlerin de bu ticarî hareketliliğe katılmasıyla Batı’ya ulaşan çok akslı bir yol ağının oluşmasını koşullamıştır. M.Ö. II. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlamış olan bu yol ağı bütünlüğüne Alman bilgin Ferdinand von Richthofen (1877) “İpek Yolu” ismini vermiştir.[38] Yüzlerce yıl işlerliğini korumuş olan İpek Yolu aracılığı ile ülkeler ve toplumlar arası çok boyutlu iletişim, bütünleşme imkânları doğmuş ve hâliyle tarihsel akışta da belirleyici bir unsur durumuna erişmiştir. “Yeni İpek Yolu Projesi” olarak takdim edilen OBOR, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından 2013 yılında duyurulmuş, daha sonra 28 Mart 2015 tarihinde Çin Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu tarafından açıklanan eylem plânı ile resmiyet kazanmıştır. 21. yüzyılın şu ana kadar en kapsamlı uluslararası ekonomik programı olarak tanımlanan girişim ile Asya ile Avrupa arasındaki bağlantıların; demiryolu, karayolu, liman, dijital altyapı ve enerji altyapısı üzerinden kuvvetlendirilmesi amaçlanmaktadır. OBOR’un, Çin’in içinde bulunduğu iktisadî, toplumsal ve jeopolitik sıkışmışlığı aşmak üzere başlattığı bir proje olduğunu söylemek gerekiyor. Girişim, Çin tarafınca Bir Kuşak, Bir Yol olarak isimlendirilmiştir. Burada “Kuşak” İpek Yolu Ekonomik Kuşağını, “Yol” ise 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu’nu ifade etmektedir.[39]

OBOR’un, büyük ölçüde zorunlulukların dayattığı ve bu zorunlulukları aşmayı hedefleyen bir girişim olduğu ortadadır. Zaten uzunca bir süredir enerji kaynaklarına erişimi, attığı her adımda engellenmeye çalışılan Çin, aynı zamanda enerjiye en kısa mesafeden ulaşabileceği noktalarda çevrelenmektedir. Topografik zorluklar ve jeopolitik engellemelerin bir sonucu olarak, Çin’in petrol talebinin %80’i deniz yoluyla karşılanmaktadır. Böylece Çin, dünyanın en büyük petrol tüketicisi ve en büyük ithalatçısı olarak, petrol tedarik zincirinin güçlenmesi yönünde stratejik bir çaba sergilemekte. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Çin’e tankerlerle taşınan petrol, 12.000 km yol katederek, Malakka Boğazı yoluyla Çin’e ulaşmaktadır. Dolayısıyla enerjiye erişim konusunda Çin’in büyük bir iştahı ve açlığı mevcuttur. Bu nedenle Çin için enerji boru hatlarından oluşan “Enerji İpek Yolu” girişimin en önemli ayağını oluşturmaktadır. OBOR, özünde, ipek yerine petrol ve doğalgazın merkezde olduğu bir muhtevaya sahiptir.


Harita 2: Çin ile OBOR Girişimi’ne Yönelik Mutabakat Zaptı İmzalamış Ülkeler (DEİK, 2022)


Harita 3: “Çin ile Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri Arasında İş Birliği” (17+1) Üyesi Ülkeler (DEİK, 2022)

Çin, bu ihtiyacını gidermek noktasında, Körfez ülkeleriyle altyapı ve enerji kaynaklarına odaklanarak, İran ile Arap Körfez ülkeleri arasındaki uçurumu kapatan bir dizi anlaşma imzaladı. Bu ve benzeri girişimlerle birlikte, Körfez’deki enerji çıkarlarını ve Afrika’daki varlığını genişletmektedir. Özellikle Suudi Arabistan ve İran arasında, mevcut sorun ve düşmanlıkları barışçıl bir zemine çekmek için ciddi çaba sarf etmektedir.[40] Çin’in artan müdahalesi, petrol üretimini ve diğer bölgesel iş birliği biçimlerini istikrara kavuşturmayı hedeflemektedir. Çin’in bu yöndeki politikaları ve jeostratejik hamlelerinin yeni çıkar uyuşmazlığı ve rekabet koşulları yarattığını söylemek mümkün. Özellikle petrol ve doğalgaz odaklı çabaları ve yeni tedarik zincirleri konusundaki girişimleri sorun teşkil eden muhtemel konu başlıklarıdır.

***

OBOR, Çin’e şimdiden geniş bir hareket alanı kazandırmış görünüyor. OBOR sayesinde Çin, 17+1 ifade edilen ya da resmî adıyla “Çin ile Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri Arasında İş Birliği” oluşumu üzerinden Doğu Avrupa ülkelerine barışçıl enstrümanlarla nüfuz etmektedir.  Şimdilik OBOR’un en etkili olduğu etaplarda biri olan 17+1 oluşumu, 2012 yılında Çin Dışişleri Bakanlığı’nın bir inisiyatifi olarak 16 Avrupa ülkesinin katılımıyla başlatılmış, 2019’da Yunanistan’ın da katılımıyla Avrupa tarafındaki üye ülke sayısı 17’ye yükselmiştir. 17+1 iş birliği modelinde ticarî imtiyazlar, alt yapı yatırımları, teşvikler, yatırım kolaylıkları, finansal destekler, kültürel yakınlaşma gibi temel konular bulunmaktadır. Kurumsal bir yapı arz eden 17+1 birliğinin Pekin’de bir sekretaryası bulunmaktadır ve her yıl düzenli olarak hükümet başkanları seviyesinde bir toplantı gerçekleştirilmektedir. 17+1 üyesi ülkeler şunlardan oluşmaktadır: Çin + Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan, Çekya, Estonya, Hırvatistan, Karadağ, Kuzey Makedonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Slovenya. Çin, esasında borç, kredi, hibe vb. finansal enstrümanlarla bu ülkeleri “borç tuzağına” çekmekte, söz konusu ülkelere yaptığı yatırım ve finansmanla, bu ülkeleri etki altına almaktadır. Çin’in bu çabasının ve cömertliğinin altında Doğu Avrupa ülkelerinin avantajlı konumu bulunmaktadır. Bu ülkeler, her türlü mallara yönelik tüketimin dünya ortalamasının kat ve kat üstünde olduğu zengin Orta-Batı-Kuzey Avrupa ülkelerine ve İngiltere’ye açılan kapı niteliğindedir. Dünya demiryolu ağlarını gösteren aşağıdaki görselden de anlaşılacağı üzere, Avrupa çok gelişmiş bir demir yolu ağ sistemiyle örülü vaziyettedir. Ve bu noktada, Çin’in ürettiği malların, satın alma paritesi yönünden zengin, bahsi edilen bu ülkelere iletilmesinde Yunanistan’da bulunan Pire Limanı öne çıkmaktadır. Çünkü Pire Limanı’na gemilerle getirilen konteynerler buradan demiryolu ağlarıyla birlikte Avrupa’nın içlerine kolaylıkla nakledilebiliyor. Yunanistan bağlantılı Belgrad-Budapeşte demiryolu ile yine bu hatla bağlantılı olarak Yunanistan-Baltık bölgesi arasında uzanan güney-kuzey koridoru, Avrupa deniz-kara ulaşımının önemli bir tamamlayıcısıdır. Dolayısıyla Pire Limanı üzerinden Yunanistan, OBOR’un ana merkezlerden biri hâline gelmektedir. Pire Limanı, Deniz İpek Yolu’nun batıdaki son limanıdır ve ayrıca Liman; Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yakınlığı nedeniyle Çin’in denizlerdeki en önemli ticarî lojistik üssü durumundadır. Çin, Pire Limanı’nı denizcilik şirketi COSCO aracılığıyla 2009 yılında 35 seneliğine kiralamış ve o tarihten bu yana limanda yüksek maliyetli yatırımlar gerçekleştirmiştir.[41]


Harita 4: Dünya demiryolu ağları haritası


Harita 5: Dünya demiryolu ağları haritası detay

OBOR hakkında yazılan ve ifade edilenler her ne kadar tersini söylese de proje aslında Türkiye’yi bir ölçüde tehdit ediyor. Çin-İngiltere ekseni, Türkiye’yi bypass edecek şekilde, deniz ulaşımını öncelemekte ve bu durum da Pire Limanı’nı oldukça kritik bir konuma ulaştırmaktadır.[42] Türkiye’nin neden tercih edilmediğinin hem teknik hem politik sebepleri olsa da bu sorunun cevabını çalışmanın başlarında ifade edilen tarihsel arka plân ile birlikte düşünmek gerekiyor. Şöyle ki Türkiye, 1914-1918 Savaşı öncesindeki gibi bir stratejik pozisyona sahip, buna göre Türkiye yine Alman sistemine daha yakın bir konumlanma içinde. Elbette İngiliz ve Alman sistemlerinin çarpışması ve mücadelesi Türkiye’nin konumunda bazı yalpalanma ve zikzaklar oluşturuyor. Ancak, son kertede, 1914-1918 momentinde olduğu gibi Türkiye’nin yine Alman sistemine yakın bir konumda olduğunu ve içeride Ergenekon, Cemaat, PKK gibi devletin kendince problemli gördüğü alanları çözüme kavuşturduğu ölçüde, sözünü ettiğimiz Alman sistemine yakın konumunun pekiştiğini söylemek mümkün. Bu açıdan Ergenekon (derin devlet) ve Cemaat (paralel devlet) 1914-1918 momentine giden sürecin Jön Türkler/İttihat ve Terakki’si olarak görülüyordu ki bu görüşe uygun olarak tasfiye edildiler. Bu unsurların ikisi de Jön Türkler/İttihat ve Terakki gibi İngiltere’ye yakındı. Mevcut durumda Türkiye yönetici sınıfı, özellikle içeride, başta sağ ve sol olmak üzere, sistem dışı neredeyse bütün oluşumları sistem içine çektiğini, hâliyle şartların 1914-1918 momentinden çok daha elverişli ve lehine olduğunu hesap etmektedir. Buradan hareketle Türkiye’nin eski topraklarına yönelik yayılmacı bir jeopolitik projeksiyona sahip olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Zira imparatorluk geçmişi ve tarihsel hafızası Türkiye’yi yine büyük bir güç olma arayışlarına itmektedir. İngiltere-Çin eksenine bu yanıyla Türkiye’nin çekinceli durduğunu, hatta belli durumlarda doğrudan karşıt pozisyonlar alabildiğini görüyoruz. Özetle, Yunanistan ile son dönemde yaşanan gerilimin ana kaynağının da Pire Limanı’nın uluslararası ticarette artan önemi ve buna karşın Türkiye’nin bunu engellemeye dönük realpolitik hamlelerinin olduğu ifade etmek gerekiyor.

Peki, Pire Limanı neden bu kadar önemlidir? Yukarıda ifade ettiğimiz üzere Pire Limanı bir tür eşiktir ve bu eşik Çin’e sonuna kadar açık durumdadır. Bu nokta geçildikten sonra 17+1 ülkeleri marifetiyle mallar Avrupa içlerine rahatlıkla taşınabilecektir. Ayrıca Doğu Avrupa ülkelerini ifade eden Balkan coğrafyası da yine bu ticaret ağının kilit bölgesidir. Pire Limanı’nın bu denli kritik bir unsur hâline gelmesi Türkiye-Yunanistan karşıtlığını beslemekte ve aynı zamanda Türkiye ile Çin arasında OBOR girişimi üzerinden gizli bir gerilimin zeminini teşkil etmektedir. Türkiye’nin düşüncesini ve hissiyatını yansıtması açısından T.C. Ticaret Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) tarafından yayımlanan raporda ifade edilenler önemlidir. Sözü edilen 2022 tarihli raporda, OBOR çerçevesinde Türkiye’yi by-pass etmesi muhtemel hatların gelişiminin yakından takip edilmesi, farklı koridorlarda öncelikli tercih olabilmek için ilgili ülkeler nezdinde girişimlere ve ortak stratejilerin geliştirilmesine ağırlık verilmesi gerektiği ifade edilmektedir.[43] Bu ifadelerden Türkiye’nin etki alanı dışında kalabilecek ve Türkiye’yi teğet geçebilecek muhtemel hatların önemle üzerinde durulduğu görülebilir.

Türkiye, bu süreci, görebildiğimiz kadarıyla kabaca 6-7 yıldır dönüştürmeye ve bu alanlarda konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Libya-Türkiye denizcilik anlaşması veya Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması, İsrail ve Mısır devletleri ile olan yakınlaşma, Suriye ile başlayan görüşmeler bu yönde çabalardır. Amerika’nın Balkanlar ve Dedeağaç’ta sergilediği hareketlilik de aynı eksen etrafında gelişmektedir. Türkiye’nin son yıllarda üretim hacmini ve nitelikli sanayi üretimini geliştirmesi aslında bir tür Çin’den rol çalma gibi düşünülebilir ki bu durum zaten ülke yönetimde bulunan hükümetin temsilcileri tarafından açıkça “Çin Modeli” olarak tarif edilmektedir. Çin’in düşük maliyetli ve ihracata odaklı imalata ve yüksek tasarruf oranlarına dayalı bir büyüme modelinden, ihracatın yanında iç pazarı da önemseyen, artık sahip olmadığı düşük maliyet yerine yüksek katma değeri hedefleyen ve sermaye birikimini nitelikli mal üretmeye yönlendiren bir modele geçiş yapma zorunluluğu da Türkiye’ye bu alanı açtığını hatırlatmak gerekiyor.[44] Bu bağlamda, Hükümet’in ani bir manevra ile Çin tipi bir iktisadî yönelime girmesi malların “iletim merkezi” olmak değil, malların “üretim merkezi” olmak istendiğini göstermektedir. Bu durum ülkenin kabaca son 50 yılı içinde oldukça yeni bir durumdur zira şimdiye değin ekonomik model çoğunlukla üretim dışı finansal varlıklar, varlık satışı, özelleştirme ve inşaat, turizm, hizmet vb. sektörlere dayanıyorken son dönemde yüksek katma değerli endüstriyel üretim, inovasyon, AR-GE, savunma sanayi üretimi gibi unsurların öne çıktığı ihracata dayalı bir model tercih edilmektedir. Bu tercihin ortaya çıkmasında belirleyici unsur büyük olasılıkla Çin’in ve dünyanın şiddetli yaşadığı enerji darboğazı olsa gerek. Türkiye’nin Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu malları üreten yakın bir merkez durumuna gelmesi, bununla birlikte enerji nakil hatları yönünden sahip olduğu konum birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin görece güçlenen pozisyonu biraz daha iyi anlaşılabilir.


Harita 6: Türkiye ve Çevresi ile Ulaşım Ağları Haritası (DEİK, 2022, s. 86)

Yukarıda ifade ettiğimiz hususları daha iyi anlamak için OBOR bağlamlı Türkiye-Çin ilişkilerini biraz daha detaylı incelemek gerekiyor. OBOR’a Çin ve Türkiye devletlerini yaklaşımlarını ve söz konusu girişime bakışlarını yansıtan belgeler arasında üç belge öne çıkmaktadır. İlk belge Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığı’nın teklifi ve Devlet Konseyi’nin 28 Mart 2015 tarihli onayı ile çıkarılmış olan Kuşak ve Yol Girişimi Eylem Plânı’dır. İkinci belge T.C. Ticaret Bakanlığı Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) tarafından 2019 yılında hazırlanan “Türkiye’nin Kuşak ve Yol Girişimi’nde Konumlandırılması” ve yine DEİK tarafından Nisan 2022’de sunulan “Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi Covid-19 Salgını Sonrası Dönemde Türkiye İçin Fırsatlar Riskler ve Öneriler” başlıklı raporları. Söz konusu üç belge ışığında Çin ve Türkiye arasında OBOR özelinde gerçekleşen gelişmeleri, uzlaşma, sürtüşme yahut çelişki ve çatışma noktalarını okumak mümkün görünmektedir. Çin tarafının stratejik amaçlarını büyük ölçüde yansıtan Kuşak ve Yol Girişimi Eylem Plânı’nda Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ticaret ağları ve enerji koridorları aracılığı ile birleştirilmesi hedeflenmektedir. Aynı zamanda Kuşak ve Yol Eylem Plânı’nda Çin, Orta Asya, Rusya ve Avrupa arasında bir bağlantı kurulması amaçlamaktadır. Bu kapsamda kara yolu olarak “Çin – Moğolistan – Rusya, Çin – Orta Asya – Batı Asya ve Çin – Çinhindi Yarımadası” ekonomik koridorlarının, deniz yolu olarak ise “Orta ve Batı Asya, Basra Körfezi ve Akdeniz; Güney Çin Denizi, Hint Okyanusu ve Pasifik; Doğu Asya ile Avrupa” arasında ekonomik koridorların geliştirilmesi plânlanmaktadır.[45] Aynı belgeye göre OBOR Girişimi beş temel ilkeye dayanmaktadır. Bunlar; birbirlerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, karşılıklı saldırmazlık, birbirlerinin iç ilişkilerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı yarar ile barışçıl birliktelik ilkeleridir. Bu ilkeler daha en başından OBOR’un Çin stratejisine ait bir yumuşak güç enstrümanı olduğunu ifade etmektedir[46] ve ayrıca yaklaşık 20 yıldır yürüttüğü Barışçıl Yükseliş Doktrini ile de uyumludur. Çin, tarih boyunca çoğunlukla kendisini ticaret yoluyla, kültürel ve bilimsel sahada ortaya koymuştur. Askerî emperyalizm türü bir saldırganlık Çin İmparatorluğu’nun tarihsel yapısına uygun değildir. Önde gelen Batılı stratejik teorisyen Clausewitz, merkezî bir savaşın hazırlık ve idaresine göndermede bulunurken, onun Çinli muadili Sun Tzu, düşmanın psikolojik olarak zayıflatılması üzerine odaklanır. Çin, hedeflerine dikkatli bir çalışma, sabır ve ayrıntıların birikimi yoluyla ulaşmaya çalışır; sadece nadiren “kazananın tüm ödüle sahip olacağı” bir restleşmenin riskini üstlenir.[47] Dolayısıyla tarihte çoğu zaman kendi medeniyetlerini dünyanın merkezi saymış olan Çin stratejisinin ana mantığı rekabetten ziyade “revival” yani yeniden doğuştur. Dolayısıyla Çin’in uluslararası iş birliği modelinde yeniden yükseliş ve yeniden doğuş vardır ve burada sabra dayalı yumuşak güç elementleri belirleyicidir.

***

Türkiye ile Çin arasında, Kasım 2015 tarihinde, Antalya’da düzenlenen G20 zirvesi sırasında imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında İpek Yolu Ekonomik Kuşağının, 21. Yüzyıl Denizdeki İpek Yolunun ve Orta Koridor Girişiminin Uyumlaştırılmasına İlişkin Mutabakat Zaptı” ve “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Çin Halk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Demiryolları Alanında İş Birliğine İlişkin Anlaşma” TBMM tarafından onaylanıp ancak Haziran 2017’de, Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve böylece OBOR’a resmen katılım sağlanmıştır. Bu anlaşmalarla Türkiye’nin Çin ile OBOR kapsamında, ulaştırma ve taşımacılık altyapısına yönelik olarak iş birliğini artırması için gerekli zemini oluşturması hedeflenmiştir.[48] Bu anlaşmaların çok işlevli olduğunu söylemek zor zira daha önce ifade ettiğimiz gibi OBOR projelerinde Çin’in Türkiye’ye kullanması için verdiği kredi, hibe vb. finansal desteklerin miktarı oldukça düşüktür. Öyle ki bu ödemelerden Arjantin 111,8 milyar dolar, Pakistan 48,5 milyar dolar, Mısır 15,6 milyar dolar almışken Türkiye ise sadece 5,5 milyar dolar almıştır. Bu kadar merkezi ve kritik bir lokasyonda bulunan Türkiye’nin bu kapsamda dağıtılan finansal desteklerden aldığı para miktarı, Çin’in Türkiye ile arasındaki ilişkilere yeterince güvenmediğini göstermektedir. Bununla ilgili DEİK raporunda, bahsi geçen Çinli akademisyenin ifade ettiği üzere, Çin, Türkiye’de devletin uzun vadeli plânlarını görmek gerektiğini, kısa vadeye odaklanan yatırım çekme girişimlerinin “fayda sağlamadığını” düşünmektedir. OBOR ülkeleri arasında risk seviyelerini belirlemek için bir çalışma yapan Çinli ekonomistler genellikle Türkiye’yi orta-yüksek risk grubuna koymaktadır. Yapılan çalışmada OBOR güzergâhında yer alan 35 ülkeyi genel ekonomik koşullar, borçlanma kapasitesi, sosyal istikrar, yönetişim kapasitesi ve ikili ilişkiler parametreleri üzerinden risk katsayıları hesaplanmış ve ülkeleri en yüksek risk seviyesi “5” olmak üzere beş gruba ayırılmıştır. Türkiye bu sınıflandırmada Türkmenistan, Hindistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Myanmar ile birlikte dördüncü grupta yer almıştır. Buradan hareketle, Türkiye’nin OBOR’a dönemsel ihtiyaçlar ekseninde, maksimum faydaya odaklı, araçsal bir zaviyeden baktığı, uzun vadeli projeksiyonlarının içinde yer almadığını söylemek mümkün. Ayrıca Uygur meselesi hem Türkiye hem de Çin tarafında gizli bir gerilimin kaynağı durumundadır. Hatta Uygur meselesi Çinli gözlemciler açısından Türkiye ile olan ekonomik ilişkileri olumsuz yönde etkileme potansiyeline sahip risk unsurlarının başında gelmektedir.


Harita 7: Çin’in enerji güvenliği ve petrol sorununu gösteriyor; başlıca sahalar (Daqing ve Tarım), başta güney doğuda olmak üzere, büyük sanayi merkezlerinden uzakta

Bununla birlikte Çin’in enerji kaynaklarına erişimini engellemek noktasında, çeşitli coğrafyalarda ciddi istikrarsızlaştırma (de-stabilizasyon) çalışmaları yapıldığını belirtmek gerekiyor. Özellikle Ortadoğu, Afrika, Pakistan, Güney Asya gibi coğrafyalarda yaşanan çatışma-savaş, iç karışıklık vb. operasyonlar, Çin’in doğrudan petrol tedarik ettiği yahut OBOR üzerinde bağlantılı olduğu ülkelerde yapılmaktadır. Bunlarla birlikte son dönemde OBOR kapsamında yeni büyük projelerin ertelendiği, devam etmekte olan projelere ise aralar verildiği ve gecikmeler yaşandığı görülmektedir. Örneğin, OBOR Girişimi’nin en önemli ayağı olan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’ndaki (CPEC) çalışmalar durmuş, Endonezya ve Nijerya’daki yüksek hızlı tren projelerine ara verilmiş ve Tayland’dan da benzer bir proje için erteleme kararı gelmiş; Myanmar, Bangladeş ve Kamboçya’daki elektrik santralleri ile ilgili çalışmalar askıya alınmış, Sri Lanka’daki liman projesi durma noktasına gelmiş, Kuveyt’teki kentsel gelişim projelerine de yine ara verilmiştir.[49] Ayrıca 17+1 ülkeleri olarak tanımlanan, aralarında AB üyesi ülkelerinin de bulunduğu Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Balkanlar’daki yönetimler üzerindeki OBOR bağlamlı Çin etkisi, Avrupa Birliği/Almanya tarafında ciddi bir rahatsızlık kaynağıdır. Son dönemlerde Batı Avrupa ülkeleri ile Çin arasında gerginliğe yol açan konuların arttığı görülmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla OBOR, risklerin minimize edildiği, her şeyin yolunda gittiği, bütün problem sahalarının çözümlendiği, gerekli anlaşmaların yapıldığı ve dâhil olan bütün unsurların kazandığı bir girişim değildir. Hatta dünyada çok ciddi gerilim, sürtüşme ve anlaşmazlıkların merkezine yerleştiği bile söylenebilir. Ayrıca Çin’in, uluslararası siyaset ve küresel ölçekli güvenlik ve savunma girişimleri ile giderek iddialı hâle gelmesi, OBOR’u da uluslararası kamuoyunun gözünde sadece ekonomik amaçları olan bir girişim olmaktan çıkarmakta, günden güne nüfuzunu arttıran yayılmacı bir güç olarak görülmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla OBOR Girişimi’ne belli düzeylerde katılan ülkeler, aslında hem OBOR karşıtı bir bloğun düşmanlığını kazanma hem de Çin’in borç tuzağı temelli stratejisine yem olma risklerini de üstlenmiş oluyorlar. Örneğin, İsrail’in son dönem yaşadığı iç meselelerde tam da bu durumun yaşandığı görebiliriz. İsrail ve ABD tarafları Hayfa Limanı’nın işletilmesinin 35 yıllığına Çin’e verilmesi ile başlayan ve limanın yeni terminal inşaatını Çin’den bir firmanın üstlenmesi ile devam eden gelişmeler sonrasında restleşme noktasına gelmiştir. Aynı limanın diğer bir terminalinin ABD’nin Akdeniz Filosu’na ait savaş gemileri tarafından kullanılıyor olması durumu ve krizi daha da derinleştirmiştir. Bu ve buna benzer gelişmelerin ilerleyen zamanlarda gittikçe artacağı beklenebilir.


Harita 8: Dünyada mevcut jeopolitik gerilim alanları

Türkiye’nin ekonomik model olarak Çin modeline yönelmesi Çin’in iktisadî büyüme açmazını fark etmiş olmasıyla açıklanabilir. Türkiye, özellikle Covid-19 pandemisiyle birlikte artacak şeklide bu durumu fırsata çevirecek stratejik hamleler geliştirmektedir ki OBOR’a da bu yönüyle temkinli ve maksimum fayda elde etmeyi hedefleyen bir konumda dâhil olmaktadır. Bu yanıyla sanılanın aksine OBOR girişimine tam bir entegrasyonu yoktur; hatta Türkiye’nin bazı politikaları Çin tarafında büyük güvensizlik kaynağı oluşturmaktadır.[50] Bu nedenle girişimin bileşenleri arasında Türkiye’nin total yatırım miktarının oldukça düşük seviyede olduğu söylenebilir. Ancak şunu belirtmek gerekiyor ki OBOR’un Türkiye’yi, Rusya’yı tehdit ettiği ölçüde tehdit eden bir muhtevası yoktur. Hatta Türkiye enerji bağımlılığını giderdiği ölçüde, OBOR kapsamında yapılacak iletim ağları ve yeni tedarik zincirleri ile kendi ürettiği malların Avrupa’ya nakledilmesini kolaylaştıran bir noktada gördüğü de muhakkak. Dolayısıyla, OBOR Girişimi’nin orta kuşağında yer alan Türkiye mümkün olduğunca bu kuşağın merkezinde olmak istiyor. Şöyle ki 2019 yılında yazılan raporda “lojistik merkez” olarak vurgulanan Türkiye, 2022 de salgın sonrası dönemin şartları gözetilerek güncellemeye gidilmiş, revize niteliğinde kaleme alınan raporda “lojistik merkez” vurgusu yerini “üretim üssü” vurgusuna bırakmıştır. İlgili DEİK raporunda bu durum şöyle ifade edilmiştir:

“Bununla birlikte salgın sonrası dönemde küresel tedarik zincirleri yeniden şekillenirken, uluslararası ölçekte üretim yapan Türk firmalarının tedarik zincirlerini daha sağlıklı kullanabilmelerinin sağlanması ve Türkiye’nin özellikle Avrupalı şirketler için Akdeniz coğrafyasında sadece düşük maliyet değil, yüksek katma değerli üretim kapasitesiyle ve zengin iç pazarıyla bir üretim üssü olarak konumlandırılması öncelikli olan konulardır.”

Türkiye’nin OBOR’a pragmatist yaklaşımı, yani kendi üretim kapasitesini arttırarak sanayi mallarını bu yollardan Avrupa’ya ve diğer pazarlara nakletme çabasını Çin, temel niteliğine yönelik bir saldırı olarak görmektedir. Bu noktada Türkiye’nin tarihsel bazı hesaplaşma ve kırılma noktalarını da mevcut denkleme eklemleyerek tavır belirlediğini de vurgulamak lâzım. Özellikle enerji ve jeopolitik hamlelerini ifade eden unsurlara verdiği isimler güçlü bir tarihsel gönderme çabası içinde olduğunu göstermektedir. İpek Yolu’na ait ticaret ağlarının Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki anlamına ve tarihsel arka plânına bir nebze eğilmek gerekiyor.

***

Tarihte, devletler ve imparatorlukların İpek Yolu üzerinde mutlak bir denetleme ve hâkimiyet kurduğu ölçüde güçlü bir devlet ve imparatorluk olarak anıldığını söylemek mümkün; bu nedenle İpek Yolu gerek sınırlarından geçtiği gerekse de etki alanı içinde olduğu her ülke ve toplum açısından stratejik önemde olmuştur. Bu bağlamda, 16. yüzyılda ticarî rotanın ve yol akslarının karadan denizlere doğru kayması ve 16. ve 17. yüzyıllarda ipeğin Avrupa’da üretilmeye başlanmasının kaçınılmaz olarak Osmanlı İmparatorluğu için büyük etkileri olmuştur. Bu etkiler birikimli bir şekilde ilerleyerek gelecekte imparatorluğun duraklama-gerileme ve çöküş sürecinin gizli ana etkeni olacaktır. 16. yüzyılda Çin’den İtalya’ya, büyük ölçüde İpek Yolu üzerinde gerçekleşen dünya ticareti, Akdeniz’in fethedilmesiyle Osmanlılar’ın kontrolüne girmişti. Sözü edilen dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin en parlak dönemini yaşadığı bir kesittir, öyle ki 1538 senesinde Akdeniz’de Preveze, Hint Okyanusu’nda Diu Kuşatması ve Balkanlar’da da Boğdan Seferi olmak üzere üç ayrı büyük sefer düzenleyebilecek ölçüde bir imparatorluk hâline gelmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Avrupalı devletler, Osmanlı’nın kontrolünde olmayan, ucuz ve kârlı mallara ulaşabilecekleri yeni ticaret rotaları arayışındaydılar. Osmanlı donanması uzunca bir dönem Akdeniz ticaretinde Fransız gemilerine kolaylık sağlamaya yönelik bir misyon edinmiş, onlara diğer ülkeler karşısında üstünlük sunmaya çalışmışlardı. Ancak ticaret yolunun Filistin ve Sina’dan sonrasının kara yolu ile devam etmesi aşılması oldukça zor bir problematik ortaya çıkarıyordu çünkü bu sınırlı ticaretin, Ümit Burnu’nu dolaşan gemiler ile yapılan ticarete üstün gelmesi olanaksızdı. Dolayısıyla yeni rotalar ile birlikte Portekiz ve İspanyol denizcilerle başlayan ve daha sonra İngiliz ve Hollandalı denizcilerle devam eden İpek Yolu güzergâhındaki kara ticareti giderek önemini kaybetmiştir. Bununla birlikte İmparatorluğun denizler jeopolitikası bir statükoya dayanıyordu. Akdeniz’in kontrol edilmesine odaklı bu statüko Şehzâde Mustafa ve dönemin önemli bir şahsiyeti ve aynı zamanda Osmanlı donanmasında amiral olan Pîrî Reis’in başını çektiği bir fraksiyon tarafından eleştiriliyordu.[51] Tarihte, babası Sultan Süleyman tarafından, Şehzâde Mustafa’nın boğdurulması olayı ve bu olay etrafında gelişen tartışmaların toplumsal-iktisadî temelinde, İpek Yolu güzergâhlarının karadan denize kayması ve Osmanlı yönetici sınıfının aldığı farklı konumlanmalar olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa ve Osmanlı’nın denizlerin hâkimiyeti ve kontrol edilmesi konusunda girdiği rekabet ortamında Osmanlı İmparatorluğu yönetici sınıfının içinde Anadolu/Selçuklu damarını temsil eden Şehzâde Mustafa ve Pîrî Reis kanadı bir komplo ile tasfiye edilmiştir.[52] Osmanlı donanmasında önemli bir konumda olan Pîrî Reis, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini değiştirebilecek bir öngörüye sahipti. Öyle ki Pîrî Reis, esas olarak Osmanlı’nın okyanuslara açılmasına ilişkin bir vizyona sahipti. Aslında Osmanlı donanmasının, dönemi içinde oldukça gelişmiş ve etkili olduğu düşünülürse Pîrî Reis ve Şehzâde Mustafa’nın bu projeksiyonunun gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Kanûnî, o dönemde deniz ticaretinde önemli bir güç olan Yahudi ağırlıklı Venedik sermayesi ile yakın olmayı tercih etmiş, paşalarını ağırlıkla Venedikli ticaret sermayesiyle entegrasyonu savunan şahsiyetlerden seçmiştir. Global sermayenin eski bir formunu temsil eden Venedik sermayesi Osmanlı idaresinde, paşalar ve Hürrem Sultan, Nurbânû Sultan[53] gibi isimler üzerinden oldukça etkiliydi. Bu sermaye yapısı Osmanlı’nın denizlerdeki gücünü ve etkinliğini sınırlamayı önceliyordu ki zaten sonraki dönemlerde bu girişimin başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Hatta Osmanlı’nın çöküşünün temelinin de aslında tarihte en güçlü olduğu bu momentte atıldığını söylemek mümkün.


Görsel 6: Şehzâde Mustafa’nın Katlini Anlatan Avrupa Baskısı Gravür

Başa dönecek olursak, Türkiye’nin yakın tarihte denizcilik ve donanmaya ağırlık vermesi, özellikle Doğu Akdeniz ticaretinde ektili bir konum elde etme çabası ve denizlerde petrol-doğalgaz aramalarına yönelik çalışmaları vb. eğilimleri, geçmişle hesaplaşma ve yeniden emperyal bir güç olma tasavvuruna dayanıyor. Dolayısıyla bu gelişmeler, her ne kadar içeride yoğun bir şekilde hafifsemeyle karşılansa da uluslararası plânda etkili-belirleyici yönlerinin olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bölgesel bir güç olarak konumlanmak isteyen Türkiye, Avrupa’ya Çin’in değil, kendi mallarının ulaşmasını önceleyerek yeni bir durum yaratıyor âdeta. Yukarıda adı geçen DEİK raporunda, Türkiye’nin üretim üssü olarak konumlandırılmasının öncelikli görülmesi bu yönelimin bir sonucu olsa gerek. Bir tür balon ekonomisi olan emlak ve inşaata dayalı büyüme modelinin terkedilip Çin tipi bir üretim modelinin benimsenmesi ciddi bir eksen değişimi olarak görülmelidir. Türkiye bu politika uyarınca kademeli olarak millî parası olan Lira’yı değersizleştiriyor, Lira değersizleştikçe işçi maliyetleri düşüyor, üretim ve istihdam artıyor, bunun doğal sonucu olarak ihracat da artıyor. Çin tipi bir üretim düzeninin inşa edilmesinin aynı ölçüde geniş halk yığınlarının da yoksullaşması anlamına geldiğini ayrıca vurgulamak gerekiyor.[54] Bu sürece kâr oranlarını daha da arttıracak bir faktör olarak göçmen emeği de gayet plânlı/programlı bir şekilde dâhil edilmektedir. Türkiye sanayi burjuvazisinin kâr oranları bu unsurların katılımıyla sürekli büyümektedir. Hatta Türkiye artık Çin’i bile bazı malların ihraç edilebileceği bir pazar olarak görmeye başlamış durumdadır.[55]

Avrupa ülkeleri artık birçok ürünü Türkiye’den daha uygun fiyata tedarik edebilmektedir. Almanya ile kristalize edebileceğimiz Avrupa Birliği, coğrafî ve tarihsel-kültürel etki alanıyla birlikte geçmişten beri aslında böyle bir Türkiye kurguluyordu. Üretim, enerji depolama ve iletim merkezi rollerinin ağırlıkta olduğu bu kurgunun somut bazı adımları OBOR’dan da öncesine dayanmaktadır. Avrupa Birliği ve 14 üye arasında imzalanmış ekonomik bir iş birliği olarak tarif edilen TRACECA programı (Avrupa-Kafkasya-Asya Ulaştırma Koridoru) bu minvalde bir girişimdir. TRACECA programının temeli 1993 yılında atılmış, temel amaç ve genel çerçeve 2004 Bakû İnisiyatifi’nde ve 2006 Sofya Konferansı’nda belirlenmiştir. Başlangıçta AB ve sekiz ülke arasında kurulan örgüte Türkiye 1998 yılında katılmıştır. AB ve Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Gürcistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Romanya, Tacikistan, Ukrayna ve Özbekistan’ın katılımıyla oluşan iş birliği programı kurulduğu dönem AB tarafından “21. Yüzyılın İpek Yolu” olarak adlandırılıyordu. Örgütün daimî sekreterliği Bakû’de bulunmaktadır. TRACECA Asya cumhuriyetlerini Kafkasya üzerinden Avrupa’ya bağlamayı hedefleyen, ağırlıklı olarak demiryolu olmak üzere, tüm ulaşım sistemlerini kapsayan, Doğu-Batı hattında ulaştırma bağlantılarıyla bölgesel ekonominin gelişmesini sağlamayı açıklayan çok boyutlu ve karmaşık bir iş birliği programıdır.[56] TRACECA kapsamında deniz ulaştırma, havayolu rotaları, kara ve demiryolları, ulaştırma altyapısı ve ulaşım güvenliği alanlarında projeler oluşturulmuştur. Aynı zamanda sınır geçişlerinin, transit taşımacılığın, bürokratik işlemlerin kolaylaştırılması; liman, karayolu ve demiryollarının modernizasyonu gibi konularda kapsamlı projeler yürütülmüştür. Projeler başlangıçta TACIS kapsamında ve Avrupa Komisyonu tarafından fonlanmış ancak 2009’dan itibaren üye devletler tarafından finanse edilmesi kararlaştırılmıştır.[57] Çok bilinmese de Türkiye ulaştırma ve altyapı ekseninde yaptığı projelerin büyük kısmını bu program çerçevesinde gerçekleştirmiştir. Türkiye, yürüttüğü projelerde ulaşım potansiyelini Avrasya ulaşım ağıyla birleştirmiş, uluslararası trafik ve sınır geçişlerinde yaşanan tıkanıklıkların giderilmesini sağlamıştır. Örneğin, Türkiye Bakû-Tiflis-Kars demiryolu hattı TRACECA kapsamında Gürcistan ve Azerbaycan ile ortaklaşa yapılarak Hazar Bölgesi ile kuvvetli bir bağlantı oluşturulmuştur. Aynı amaçla Marmaray, hızlı tren projeleri, duble yol yapımı, Karadeniz Sahil Yolu, İstanbul’a ikinci tüp geçit ve ülke sathında 12 lojistik merkezi kurulması gibi birçok proje bu kapsamda yapılmıştır. AB’nin TRACECA programının dışında doğrudan enerji ile ilgili olan projesi INOGATE programı (Interstate Oil and Gas Transport to Europa) olarak biliniyor. INOGATE, üye ülkeler arasında enerji politikası alanında iş birliği kurulmasını amaçlayan bir programdır. 1996 yılında Bakû Girişimi ve Doğu Komşuluk Politikası kapsamında başlatılmış ve günümüzde Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya’dan 11 ortak ülkeyle (Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna ve Özbekistan) yürütülmektedir. INOGATE programının dört ana hedefi şunlardır: “AB iç enerji piyasası temelinde üyelerin enerji piyasalarının yakınsanması, enerji güvenliğinin geliştirilmesi, sürdürülebilir enerjinin geliştirilmesi ve yatırımcıların enerji projelerine yönlendirilmesi” şeklindir. INOGATE programı aynı zamanda; Enerji politikası, enerji güvenliği, enerji gümrükleri, enerji standartları, enerji piyasaları, enerji yatırımları, enerji istatistikleri ve yenilenebilir enerji gibi çok boyutlu bit muhtevaya da sahiptir. Program kapsamında, 1996-2008 arasında 51, 2009-2014 arasında ise 29 projeye destek verilmiş, yakın dönemde ise 4 büyük projesi tamamlanmıştır. Trans Kafkasya-Karadeniz Gaz Koridoru Projesi (Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Türkmenistan) ve Orta Asya İçin Sürdürülebilir Enerji Programı-CASEP (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan) yakın dönemde gerçekleştirilen projelere örnektir.[58] Türkiye-Yunanistan Doğalgaz Enterkonneksiyonu (TYE) INOGATE programı kapsamında yapılmıştır. Almanya’nın “consensual hegemony” politikası üzerinden etkili olduğu bu programlardan TRACECA ticaret mallarının, INOGATE ise petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının iletimi şeklinde plânlanmıştır.


Harita 9: TRACECA haritası

Türkiye’nin bu programlara entegrasyonunun, OBOR’a olan bağından çok daha somut ve derin olduğunu vurgulamak gerekiyor. Hazar Bölgesi-Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasını içine alan bu program, çalışmanın başlarında değindiğimiz Alman İmparatorluğu’nun “Doğuya Doğru” (Drang Nach Osten) ve Osmanlı’nın “Kızıl Elma” politikalarıyla uyumludur. Türkiye’de konumu ve tarihsel hinterlandıyla birlikte programın önemli bir bileşenidir. Ayrıca Türkiye bu bağlamda, enerji iletim ve malların üretim merkezi olarak üstlendiği görev kapsamında büyük bir yapısal dönüşüm geçirmektedir. TRACECA programı özünde Almanya’nın Hazar Bölgesi-Kafkasya ve Orta Asya’nın zengin doğal gaz, petrol kaynaklarına ulaşmak için tasarladığı bir yapıdır. Almanya’nın yeniden bu bölgeye yönelmesinin maddî-somut gerekçelerini ve tarihsel arka plânını çalışmanın başlarında detaylı bir şekilde irdeledik. Kısa bir hatırlatma babında şunu söyleyebiliriz: TRACECA ve INOGATE programlarının kapsamı içinde bulunan bölge büyük petrol ve doğalgaz yataklarının olduğu bir bölgedir ve Almanya her iki dünya savaşında da bu bölgeleri kontrolü altına alamadı. Ancak bu coğrafyaya yerleşmek hâlâ Almanya’nın en önemli jeopolitik hedeflerinden birisidir. İkinci Globalleşme döneminin önemli teorisyenlerinden biri olan Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında, Kafkasya ve Türkistan bölgesindeki petrol ve doğalgaz rezervlerinin Kuveyt, Meksika Körfezi ve Kuzey Denizi’ndekileri açık farkla geride bırakabilecek seviyede olduğunu, ABD’nin belirleyici rolünü devam ettirmesi için önüne çıkan tüm fırsatları değerlendirmesi ve sonunda bölgeye yerleşmesi gerektiğini söylemektedir.

***

Rusya, pratikte uluslararası siyasette yükselen Çin gücünün doğal müttefiki olarak kabul edilmektedir. Bu kabul büyük ölçüde Rusya ve Çin’in “sosyalizm” olgusuyla ilişkilendirilmesine dayanmaktadır. Bu ülkelerin uluslararası bazı meselelerde benzer tutumlar geliştirdikleri ve ortak konumlar aldıkları zaten görülebiliyor. Ancak Rusya’nın, Çin’in yükselişinden, kaynaklara ve enerjiye olan oburluğundan gizli bir rahatsızlığının ve hatta tedirginliğinin olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü Çin’in hemen yanı başında kaynaklar ve enerji konusunda zengin Rusya toprakları ve Rusya’nın hâkimiyet alanı içinde olan eski Sovyetler Birliği ülkeleri bulunmaktadır. Dolayısıyla, eğer Çin’i çevreleme politikasının dozu ve boyutu ilerler, sanayisinin çarklarını döndürecek enerjiye erişemezse Çin, jeostratejik ve realpolitik bir tutum değişikliği ile Rusya’ya dolaylı veya doğrudan bir saldırı gerçekleştirebilir elbette. Verili durumda, Rusya ve Çin iyi ilişkiler içinde görünmektedir, Rusya’ya yönelmiş olan NATO saldırganlığı, Çin’in Körfez ülkelerinde etkinliğini arttırması ve enerji tedariğine yönelik anlaşmalar yapması şimdilik bahsini ettiğimiz ihtimali dışlayan gelişmelerdir. Bu gelişmeler arızî mi yoksa uzun vadeli eksen kaymaları mı şimdiden kestirmek zor ancak geçmişte Çin’in; Kazakistan, Rusya, Kırgızistan ve Tacikistan’ın serbest ticarî bölge projesi önerisine Rusya sıcak bakmamıştı. Hatta Rusya, kendi hâkimiyet alanının doğrudan içine girmeyi hedefleyen serbest ticarî bölge önerisini tehlikeli/riskli görerek kabul etmemişti. OBOR da temelde Rusya’nın sıcak bakmadığı bir alternatif olarak sunulmuştur.[59]


Harita 10: OBOR Girişimi Üzerindeki Başlıca Ekonomik Koridorlar

Rusya ve Çin jeopolitiği aynı coğrafyada farklı amaçlar ve hedefler doğrultusunda oluşturulan proje ve girişimler ekseninde birbirini itmektedir. OBOR’un yumuşak güce dayalı yayılmacı niteliği ve Rusya öncülüğünde Avrasya Ekonomik Birliği’nin (AEB) bölgeselleşme girişimleri dipte cereyan eden bir gerilim ve sürtüşmeye işaret etmektedir. Daha önce önemle vurgulandığı gibi Çin, OBOR ile gereksinim duyduğu enerji ihtiyacını karşılamak, sanayi malları için potansiyel pazarlara en kolay yoldan ulaşmak ve bunlarla birlikte politik nüfuz alanını genişletmek gibi stratejik bir yönelime sahiptir. Rusya ise AEB aracılığıyla yakın çevresi olarak değerlendirdiği alanları ve eski Sovyet ülkelerinden oluşan bölgeyi korumak, başka hegemon ülkelerin ve daha büyük güç unsurlarının bölgeye nüfuz edecek şekilde faaliyet göstermesini engellemek yönünde bir eğilim sergilemektedir.

Çin’in yayılmacı yönelimi ve Rusya’nın etki alanını korumacı eğilimi arasında oluşan gerilim, belli noktalarda kendini göstermektedir. Aslında Rusya’nın konumu statik ama bir o kadar da sıkıştırılmaya müsait durumdadır. NATO eliyle Batı, OBOR üzerinden Çin, Orta Asya’daki tarihsel etkisi sebebiyle Türkiye, Rusya stabilitesini tehdit etmekte, Rusya’yı kendisini koruyacak bir koruma çemberi/tampon oluşturmaya mecbur bırakmaktadır. Rusya’nın bu riskli denge içinde Türkiye ile müttefiklik ilişkisi geliştirerek NATO ve Çin yönünden gelen basıncı bir ölçüde karşılamaya çalıştığı görülüyor. ABD’deki Askerî Endüstriyel Kompleks ve Almanya’daki Sanayi Aristokrasisini temsil eden politik akımların ülke yönetimlerinden uzaklaşmasının Rusya karşıtı saldırgan bir politika ortaya çıkardığını belirtmek gerekiyor. 2017’de Trump’ın ABD’nin NATO desteğini azaltacağını açıklaması, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi, merkezi Amerika’da olan Dünya Sağlık Örgütü’nü ülkeden çıkarması ve NATO doktrinini desteklemeyi reddetmesi aynı eksende ilerleyen gelişmelerdi. Trump’ın seçildiği dönem Rusya’nın seçimlere müdahale ettiğine yönelik tartışmaları bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Ayrıca Rusya’nın, Merkel döneminde Almanya ile oldukça iyi ilişkiler içinde olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Dolayısıyla aslında mevcut durumda Rusya-ABD-Almanya ana ekseninin, Amerika’da Biden ve Almanya’da Yeşiller’in yönetime gelmesiyle dağıldığı söylenebilir. Bu durumu, “Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir,” şeklindeki Kızılderili atasözü gayet iyi açıklamaktadır, zira Rusya-ABD-Almanya ana ekseni küresel ölçekte hâlâ çok güçlü olan İngiliz sisteminin jeopolitik, jeostratejik bütün çıkarlarını tehdit etmektedir.

Mevcut durumda Rusya’nın sıkışmışlığını Türkiye ile kurduğu iyi ilişkilerle hafifletmeye çalıştığı anlaşılıyor. Türkiye de bu iklimde orta ölçekli bölgesel bir güç olarak gelişmeleri kendi lehine çevirmeye ve konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Kuzey Akım’a yönelik saldırılar sonrası gaz akışını güvenli kılmak için Türkiye’nin doğalgaz iletim merkezi hâline getirilmesi amacıyla yapılan anlaşma, Azerbaycan ile TANAP doğalgaz boru hattı kapasitesinin iki katına çıkarılması yönünde yapılan anlaşma, Türkiye ve Türkmenistan arasında yeni doğalgaz anlaşmalarının yapılması vb. olaylar bu yönde gelişmelerdir. Kuzey Akım-2 doğalgaz boru hattına yönelik ABD tarafından yapılan saldırı Almanya’da Yeşiller tarafından bile tepkiyle karşılanmışken, Alman sanayi aristokrasisi ile Rusya’nın, perde gerisinde iş birliğini devam ettirme çabası içinde olduğu, Türkiye’nin de aynı eksende bu iş birliğine dâhil olduğu düşünülebilir.[60] Şu anda dünya siyasetinde etkin olan Biden-Yeşiller ana aksında yaşanacak bir değişim, konjonktürü yine Rusya-ABD-Almanya ana ekseni lehine çevirir mi, bunu elbette zaman gösterecek. Verili durumda İngiltere sisteminin temel stratejisinin Rusya ve Almanya ile somutlaşan coğrafyaları, özellikle de Kara Avrupa’sını savaş alanına çevirmeye çalıştığı kolaylıkla görülebilir.[61] Sahadaki güçlerin odak noktasının Kara Avrupa ve yakın coğrafyası olduğu koşullarda, İngiliz sistemi Çin ile birlikte OBOR’u yaşatma ve inşa etme imkânı bulacaktır. Ancak şayet ABD-Almanya ve Rusya’yı bütün çaba ve girişimlerine rağmen, sıcak bir çatışmaya varacak derecede tokuşturamaz ve sürecin devamında yeniden Rusya-ABD-Almanya ana ekseni tesis edilirse, çatışma ekseni de Kara Avrupası’ndan Pasifiğe kayacaktır.

İrfan Özgül

21 Mart 2023

Dipnotlar:

[1] Uluslararası siyasette “One Belt, One Road” olarak ifade edilen ve Türkçe’ye “Bir Kuşak, Bir Yol” olarak çevrilen ve “Kuşak Yol Girişimi”, “Yeni İpek Yolu” gibi farklı kullanımları da mevcut olan olguyu OBOR olarak kısaltmayı tercih ediyoruz.

[2] Daniel Yergin, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Çeviren: Kamuran Tuncay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003, s. 148.

[3] Kanal Krizi “Kapitalist Dönüşüm” başlıklı çalışmada bir nebze daha detaylı olarak incelenmiştir, bu nedenle tekrara düşmemek için kısa bir değini yeterli görülmüştür.

[4] Yergin, a.g.e., s. 28.

[5] Lenin’e göre emperyalizm; tekeller kapitalizmidir ve aynı zamanda kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.

[6] Weltpolitik; II. Wilhelm döneminde Alman İmparatorluğu’nun uyguladığı, Almanya’yı küresel hegemon bir güç hâline getirmeyi hedefleyen dış politikaya dayalı bir olgudur.

[7] Yergin, a.g.e., s. 47.

[8] Yergin, a.g.e., s. 48.

[9] Prof. Dr. Gülsüm Polat, 19 Şubat 2021, Twitter.

[10] General Von Der Goltz nam-ı diğer Goltz Paşa bahsi edilen sürecin en önemli şahsiyetlerinden biridir. Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi konusunda uzun yıllar önemli çalışmalar yapmıştır. Goltz, bir diğer Prusyalı General olan Carl von Clausewitz’den sonra dünyada eserleri en çok okunan ve referans verilen askerdir. Goltz Paşa, Irak’ta 6. Ordu komutanlığı yaptığı sırada 19 Nisan 1916’da Bağdat’ta yakalandığı tifüs hastalığı nedeniyle oluşan yüksek ateş sonucu öldü. Paşa, Kût’ül-Amâre’de komutanlığını yaptığı ordunun İngilizler karşısında elde ettiği zaferi görmeden öldü. Goltz Paşa’nın vasiyetinde istediği şekilde, bir Türk ve bir Alman bayrağıyla İstanbul’un Tarabya semtinde bulunan Alman askerî mezarlığında defnedilmiştir. İslam Ansiklopedisi.

[11] Alman Krupp firmasının ürettiği toplar dönemin en gelişmiş toplarıydı, Osmanlı Ordusu’nun bu toplara sahip olması dönemi içinde büyük bir övünç kaynağıydı.

[12] Ergun Türkcan, “Ukrayna’nın Brest-Litovsk’ta Doğuşu ve Erken Ölümü”, İktisat ve Toplum, Sayı 139, s. 4-21.

[13] Tarihsel olarak “Doğuya Doğru” (Drang Nach Osten) politikasında kastedilen “doğu”, coğrafya olarak çoğunlukla Rusya topraklarını ifade etmektedir. Söz konusu dönemde Almanya için Rusya toprakları yine de hedeftir ancak bu kez Berlin-Bağdat tren yolu hattı başarılı bir şekilde tamamlandıktan ve sonra stratejik olarak İran üzerinden ulaşmayı plânladığı bilinmektedir.

[14] “Consensual hegemony” olgusu 1890’da Kayzer II. Wilhelm’in Bismarck’ı azletmesine kadar Bismarck tarafından yürütülen “ihtiyatlı-uzlaşmacı ve iktisadî nüfuz edici” tez ile de uyumlu bir stratejidir aslında. II. Wilhelm belli ölçülerde farklı bir yol izlemek istemiş olsa da pratik politikada Bismarck’ın “ihtiyatlı-uzlaşmacı ve iktisadî nüfuz edici” siyaseti galebe çalmıştır.

[15] İngiliz Donanması’ndan emekli ve Churchill’in de akıl hocalığını yapan Amiral Fisher, kömürden petrole geçişin yavaş sürmesinden oldukça rahatsızdır ve bu yavaşlığın doğurabileceği tehlikeli sonuçlar konusunda Churchill’i sık sık uyarıyordu. Ona yazdığı bir yazıda büyük bir sitemle şöyle demektedir: “Bir gün gelip de yakıt olarak sadece petrol kullanan modern Amerikan savaş gemileri denizlerimizde seyrederse ve Alman bandıralı bir motorlu savaş gemisi bizim ‘kaplumbağa hızındaki gemilerimize’ nişan alırsa, hiç kuşkum yok, ülkenizdeki kocakarılar bu manzarayı seyretmekten çok hoşlanacaklardır!” (Yergin, a.g.e., s. 151)

[16] Dönemin ruh hâlini ve belirleyici bir unsur hâline gelen “petrol” mefhumuna bakışı anlamak açısından Yergin’in aktarımları oldukça değerli ve bir o kadar da ilginçtir: “Fransa’nın Petrol Genel Komisyonu Başkanı olan Senatör Bérenger konuşmasında ‘dünyanın kanı’ olan petrolün aynı zamanda ‘zaferin de kanı’ olduğunu söylüyor ve konuşmasına şöyle devam ediyordu: Almanya demir ve kömürdeki üstünlüğüyle aşırı derecede böbürlendi, bizim petroldeki üstünlüğümüzü ise yeteri kadar dikkate almadı. Bérenger, bu sözlerden sonra bir de kehanette bulunacak, Fransızcayla devam ettiği konuşmasını şöyle sürdürecekti: ‘Mademki petrol savaşın kanı olmayı bildi, o hâlde barışın da kanı olmayı bilecektir. Barışın başladığı şu sırada, şu anda, sivil halklarımız, endüstrimiz, ticaretimiz, çiftçilerimiz hepsi birden bizden petrol, daha fazla, çok daha fazla petrol istiyor, daha fazla, çok daha fazla benzin istiyor.’ Sonunda sözlerini İngilizce olarak bağladı ve şunları söyledi: Daha çok petrol, sonsuza dek daha, daha çok petrol!” (Yergin, a.g.e., s. 179)

[17] Bolşevik Devrimi sonrasında Çarlık Rusya’sının da söz konusu antlaşmaya taraf olduğu anlaşılmıştır. Anlaşmanın diğer detayları bizzat Lenin tarafından bütün dünyaya ifşa edilmiştir.

[18] İslam Ansiklopedisi.

[19] Yergin, a.g.e., s. 176.

[20] Bu olay yakın zamanda Kuzey Akım-2 boru hattına yönelik yapılan sabotajı hatırlatmaktadır. Ukrayna-Rusya savaşının ortasında gerçekleşen bu olayda hedef Rusya gibi görünse de sabotajın Almanya’ya yönelik ince bir gönderme olduğu düşünülebilir.

[21] Bu noktada konuyla ilgili Yergin’in ilgili eserinden uzun bir alıntı yapmak çok daha faydalı olacaktır: “Almanlar’da 1918 Mart ayında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla Bakû’ye sızma ve Bakû petrolünü ele geçirme yolları aradılar. Ancak, Almanya ve Avusturya’nın müttefiki olan Türkler daha şimdiden Bakû’ye doğru ilerlemeye başlamıştı. Başarılı olduğu takdirde Türkler’in petrol yataklarını kayıtsızca tahrip etmesinden korkan Almanya Bolşeviklerle pazarlığa girişti ve kendilerine petrol verilmesi karışlığında Türkler’i durduracağına söz verdi. Lenin bu olayı şu sözlerle tamamlar: ‘Teklifi gayet tabii kabul ettik.’ Öte yandan, o günlerde Bolşeviklerin ileri gelenlerinden biri olarak sahnede beliren Joseph Stalin, kenti kontrolü altında tutan Bolşevik Bakû Komünü’ne telgraf çekerek ‘isteğe’ uymasını ve yerine getirmesini emrediyordu. Ancak yerel Bolşevikler bu emre uyacak psikolojide olmadıklarından Stalin’e şu yanıtı verdiler: ‘Ne zaferde ne de yenilgide Alman çapulculara alın terimizle ürettiğimiz petrolden bir damla bile vermeyeceğiz.’

Öte yandan, Bakû ödülünü almış olarak Türkler Berlin’den gelen isteklere yan çizdiler ve petrol bölgelerine ilerlemekte devam ettiler. Temmuz ayı sonlarında kenti kuşatma altına aldılar, ağustos başlarında da petrol üretilen toprakların bazılarını ele geçirdiler. Bakû’de yaşamakta olan Ermeniler ve Ruslar öteden beri İngiltere’den yardım istiyordu. Sonunda bu yardım 1918 Ağustos ortalarında geldi ve İran yoluyla ilerleyen küçük bir askerî kuvvetle İngiltere duruma müdahale etti. Askerî kuvvet Bakû’yü kurtarmak ve Bakû petrolünü düşmandan uzak tutmakla görevlendirilmişti. Askerî birlik gerektiğinde Romanya’da uygulanmış olan plânın aynısını uygulamak ve ‘Bakû pompalama istasyonunu, boru hattı ve petrol rezervuarlarını tahrip etmekle’ yükümlüydü.” (Yergin, a.g.e., s. 178)

[22] Bolşevik Parti içinde büyük tartışmalara yol açan antlaşma maddeleri ağır yükümlülükler taşıyordu. Hatta şartları reddedip sonuna kadar savaşmak isteyenlerin bir kısmı partiden ayrılacaktır. Antlaşma görüşmelerini yürüten Troçki halâ Avrupa Devrimi’nin gerçekleşeceği yönünde bir umuda sahip olduğu için görüşmeleri de sündürüyordu. Aslında Lenin’de de başlarda Avrupa Devrimi’ne yönelik büyük bir iyimserlik vardı ve zaten bu nedenle Troçki’yi antlaşma görüşmelerini söylev ve demagojileriyle boğsun diye görevlendirmişti. Ancak bir noktadan sonra Lenin geçen zamanın Sovyetlerin aleyhine işlediğinin, Avrupa Devrimi’nin olanaklı olmadığını anlamış ve sürece iradesini koymuştur. Lenin bu durumla ilgili şunları söylemektedir: “Dikkat edin, kendi laflarımızın esiri olmayalım. Savaş sadece heyecanla kazanılmaz, teknik üstünlük de gerektirir. Bana düşman karşısında titremeyen 100 bin kişilik bir ordu verin anlaşmayı imzalamayayım… Eğer Uralların doğusuna çekilirsek 2-3 hafta direnebiliriz, ama sonra Almanlar bundan yüz kere daha kötü bir anlaşmayı bize imzalatırlar. Bu utanç verici anlaşmayı Dünya Devrimi ve onun şimdiki dayanağı olan Sovyet Cumhuriyeti’ni kurtarmak için hemen imzalamalıyız.” (Türkcan, a.g.m.)

[23] Ukrayna’nın bir devlet olarak ortaya çıkması ve doğuşu bazı tarihçiler tarafından bir tür; zorla doğum, “sezaryen” doğum şeklinde ifade edilmektedir. Hatta Putin de bu görüşe dayanarak Ukrayna’nın Lenin’in tavizkâr tavrı sonucu yapay bir devlet olarak kurulduğunu söylemektedir. Putin, yukarıda ifade ettiğimiz Lenin’in Avrupa Devrimi’ni bekleyen politikasını eleştirmekte, bunu da “bize dünya devrimi gerekmiyordu” şeklinde ifade etmektedir. “Putin’in Lenin öfkesi”, 12 Aralık 2019, TürkRus.

[24] Yergin, a.g.e., s. 320.

[25] Globalleşmeyi kabaca; malî/finans sermayesinin klasik kapitalist ilişkilere dayalı üretimden bağımsızlaşması olarak açıklamak mümkün. Bkz. İrfan Özgül, “Kapitalist Dönüşüm”, 17 Nisan 2022, Sosyalizm.

[26] Çin, İmparatorluk geçmişi olan ve tarihi boyunca evrensel ölçekte belirleyici bazı önemli gelişme ve sıçramaların yaşandığı masif bir bütünlüğün adıdır.

[27] Süreci yöneten hâkim kapitalist blok, böcek tüketilmesinin faziletlerini anlatan propagandayı uzun zamandır bütün dünya halklarına yapmaktadır. Bu günlerde ise bu propaganda tam bir zorlama ve dayatmaya dönmüş durumdadır.

[28] Sûfîzm, Joseph von Hammer’a göre; Hindistan’da “çıplak bilgeler” olarak bilinen kavramın temelinin Yunanca “gymnosophist” kelimesine dayandığını ifade etmektedir. Kavramın dünyevî unsurlara değer verilmemesi, maddî değil manevî dünyaya bağlılık ve hazırlık yapılması gerektiği yönünde anlamları mevcuttur. İslam Ansiklopedisi.

[29] Çin devlet yapısını mevcut durumda tam olarak anlamak çok zor. Karmaşık bir yönetim sistemine sahip Çin, bir Komünist Parti iktidarı ile yönetiliyor ancak toplum yapısı büyük ölçüde ana akım kapitalist iktisat prensiplerine göre yönetiliyor. Kolektivist-sosyalizan bir toplumsal yapıdan bahsediliyor ancak bu kolektivist toplum ileri düzeyde faşizan yönelimleri içeren “dijital gözetim toplumu” şeklinde vuku buluyor. Özetle, şirketlerin yerini, çeşitli düzeylerde kamu iktisadî teşekküllerinin aldığı, karma/melez tuhaf bir devlet kapitalizminin icra edildiğini söyleyebiliriz.

[30] Kaynak yetersizliğine çözüm olarak geliştirilen politikanın farklı bir türevini Hindistan 1975-77 Olağanüstü Hâl Dönemi ilân ettiği yıllarda gerçekleştirdiği sterilizasyon uygulamaları kapsamında icra etmiştir. Dönemin Hindistan başbakanı Indira Gandhi’nin çıkardığı yasayla yoksul kadın ve erkeklerin kısırlaştırılması kararlaştırılmıştır. Çin ve Hindistan’ın geçmişte yaptığı açık kısırlaştırma uygulamalarının, Dünya Bankası, İsveç Uluslararası Kalkınma Kurumu ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’ndan alınan milyonlarca dolarlık desteklerle yapıldığı bilinmektedir. Hatta Çin ve Hindistan’ın bahsi edilen bu politikalarının mimarlarına, Birleşmiş Milletler’in Nüfus Ödülü verilmiştir. Bu ve benzeri soykırımcı politikalar Çin ve Hindistan’ın yakın tarihinde yaygın olarak uygulanmıştır ki şunu da vurgulamak gerekiyor; nüfus seyreltme, nüfus kontrolü gibi politikalar geçmişte de bugün de Birleşmiş Milletler’in dayatmaları ve bu ülkelerin yönetici sınıfları eliyle yürütülmüştür.

[31] Energy Information Administration, 2015.

[32] Angang Hu, “Five Major Scale Effects of China’s Rise on the World”, Discussion Paper. 19. Nottingham: China Policy Institute, The University of Nottingham. Nisan 2007.

[33] Veriler MTOE değerine göre belirlenmiştir. MTOE: Milyon Ton petrol eşdeğeri, bir ton ham petrolün yanmasıyla elde edilen enerjiye karşılık gelen enerji birimidir. Yaklaşık olarak 10 milyon kcal enerjiyi ifade eder. Yearbook.

[34] World Energy Outlook 2012, IEA.

[35] Bu konuda güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının sorunu çözebileceği söylenmektedir. Ancak Çin bu enerji kaynaklarına en büyük yatırımları yapan ülke olarak hâlâ ciddi bir enerji açlığı çekmektedir. Ayrıca “Kapitalist Dönüşüm” çalışmasının üçüncü başlığında kapsamlı olarak değindiğimiz EROI kavramı aslında bu kaynakların enerji ihtiyacını çözme noktasında etkili çözümler sunmadığını da göstermektedir. “Yatırımda Enerji Getirisi” olarak ifade edebileceğimiz EROİ değeri bir kaynaktan enerji elde etmek için ne kadar enerji tüketilmesi gerektiğini yani enerji üretmek için harcanan toplam enerji miktarını ölçmektedir.

[36] Aslında net bir “blok” modeli tarif etmek mümkün görünmüyor, dönemler içinde ülkelerin konumları da değişebilmektedir. Ancak kabaca gelişmiş kapitalist batı ülkeleri, kapitalist merkez ülkeler olarak bir kampın olduğunu söylemek mümkün.

[37] DEİK, “Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi Covid-19 Salgını Sonrası Dönemde Türkiye İçin Fırsatlar Riskler ve Öneriler”, 2022, DEİK.

[38] Mehmet Tezcan, “İpek Yolu’nun İran Güzergahı ve İpek Yolu Ticaretine İran Engellemesi”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, Sayı 3/1, s. 96-123.

[39] R. Krishnan ve B. Sriganesh, “One Belt One Road”, MHD Supply Chain Solutions, 48(2), 2018.

[40] Çalışmanın büyük ölçüde şekillendiği günlerde Çin’in Suudi Arabistan ve İran nezdinde ciddi bir girişimi olmuş, Çin, arabulucu rolüyle Ortadoğu’nun iki büyük petrol üreticisi ülkenin yedi yıl önce büyük ölçüde kopan bağlarını diplomasi yoluyla yeniden kurmayı başarmıştır.

[41] Frans-Paul van der Putten, “China, Europe and the Maritime Silk Road”, Clingendael Report, Netherlands Institute of International Relations Clingendael. Clingendael.

[42] İrfan Özgül, “Deprem ve Devlet,” 17 Şubat 2023, Sosyalizm.

[43] DEİK, a.g.r., s. 127.

[44] DEİK, a.g.r., s. 29.

[45] Şerif Emre Gökçay, “Building the New Silk Road in the 21st Century: The Belt and Road Initiative from a Sino-Turkish Perspective”, 2019-2020, BRIQ.

[46] “Çin’in barışçıl yükselişi”, Çin Komünist Partisi’nin eski Genel Sekreteri Hu Jintao’nun Çin’in artan siyasî ekonomik ve askerî gücünün uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturmayacağına dair uluslararası topluma güvence vermeye çalışan resmî bir politika ve slogandı.

[47] Henry A. Kissinger, “China: Containment Won’t Work”, 13 Haziran 2015, The Washington Post, Henry Kissinger.

[48] DEİK, a.g.r., s. 22.

[49] DEİK, a.g.r., s. 25.

[50] Bir Türk yetkili 29 Aralık’ta yaptığı açıklamada, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP), Türkiye’nin Çin’in en büyük Müslüman azınlıklarından biri olan Uygurlara verdiği destekten “rahatsız olduğunu” söyledi, Zerohedge.

[51] Şehzâde Mustafa 6 Ekim 1553 Konya’da boğdurulurken, Pîrî Reis 1553 sonlarında Mısır’da idam edildi. Her iki ölümde bahsi edilen tasfiyenin kanıtı niteliğinde art arda gelmiştir.

[52] Seksen yaşındaki Pîrî Reis liderliğindeki donanma ağustos ayında Maskat kentini Portekizlilerden almayı başardı. Kale komutanı Joao de Lisboa’nın da dâhil olduğu bir grup Portekizliyi esir ederek şehri yağmaladılar. Eylül ayının ortasında başlayan Hürmüz muhasarası yaklaşık 20 gün bombardıman şeklinde sürmüştü. Ancak Hürmüz kalesinde Alvaro de Noronha komutasındaki Portekiz birlikleri iyi bir direnç göstermişlerdi. Erzak ve mühimmat kıtlığı ile büyük bir Portekiz donanmasının o bölgeye hareket ettiği haberinin gelmesi sonucunda Pîrî Reis donanmayı Basra’ya çekme kararını aldı. Böylece ona vazife buyurulan Hürmüz’ün alınması ve Bahreyn bölgesinin zaptı görevleri gerçekleştirilememiş oldu. Donanmayı Basra’da bırakarak üç gemiyle Süveyş’e dönen Pîrî Reis hakkında; Hürmüz kalesi kumandanından rüşvet aldığı, Kiş adasındaki zengin tüccarların servetini ele geçirmeyi öncelik hâline getirdiği ve son olarak donanmasını terk ettiği gibi izlenimler Osmanlı ileri gelenlerinde, en azından ileri gelenlerinin bir kısmında hâkim oldu. Bütün bu olaylar sonucunda Hind Kapudanı Pîrî Reis, Kahire’de Sultan Süleyman emri ile idam edildi. Bkz. Kaan Budak, “Bir Hakimiyet Mücadelesi: Osmanlı’nın Hint Deniz Seferleri”, 5 Temmuz 2017, Tarihikadim.

[53] Nurbânû Sultan’ın asıl adının Cecilia olduğu, Venedikli Nicoló Venier’le Baffo ailesine mensup olduğu bilinmektedir. Ana metinde ifade edilen değerlendirmeyle paralel olarak Nurbânû Sultan’ın Venedikliler ile yakın siyasî diplomatik teması hakkında elçi raporlarında geniş bilgi bulunur. L. P. Peirce’ın aktarımına göre; 1583’te Venedik senatosu yararlı hizmetlerinden dolayı kendisine 2000 Venedik altını değerinde hediye yollamayı kabul etmişti. Bir başka rapora göre Girit’e yönelik muhtemel Osmanlı saldırısını önlemiş ve Venedik’e savaş açılmaması konusunda Kaptanıderyâ Kılıç Ali Paşa’yı uyarmıştı. İslam Ansiklopedisi.

[54] İktisatçı Jagdish Bhagwati’nin; yoksullaştıran büyüme (immiserizing growth) adını verdiği büyüme modelinde, ekonomi büyüdükçe halk yığınlarının refahı azalır, yoksulluk da gittikçe artar. Bu denklemde sermaye için kâr oranları yükselir, işçi ücretleri de düşer. Ülke parasının değer kaybetmesi alım gücü kaybı, mülksüzleşme ve yoksullaşmayı yanında getirir.

[55] DEİK, a.g.r., s. 11.

[56] TRACECA programı hakkında daha detaylı bir okuma için Serap Ovalı’nın 2008 yılında yazdığı “TRACECA Projesi ve Türkiye” adlı değerli çalışmasına bakılabilir.

[57] Denizyolu rotasında Karadeniz’de Odesa, İliçevsk, Köstence, Varna, Burgaz, İstanbul, Samsun, Batum ve Poti limanları, Hazar Denizi’nde Bakû, Türkmenbaşı ve Aktau limanları. Kara ve demir yolu rotalarında; Batıda Ukrayna’dan İliçevsk’e uzanan kara ve demiryolu hattı, Ungeny Klimentovo ve Un-Kurchugan demiryolu hattı, 4. TEN Koridoruna bağlanan ve Türkiye sınırları içinden İstanbul-Samsun-Trabzon-Batum/Vale/Gümrü karayolu hattı, İstanbul-Sivas-Kars-Gümrü demiryolu hattı, Batum-Tiflis ve Poti-Tiflis demiryolu hatları, Tiflis-Erivan kara ve demiryolu hattı, Tiflis- Bakû kara ve demiryolu hattı, Erivan- Bakû kara ve demiryolu hattı, Türkmenbaşı-Buhara kara ve demiryolu hattı, Türkmenbaşı-Taşkent kara ve demiryolu hattı, Semerkand-Duşanbe/Kulab kara ve demiryolu hattı, Duşanbe-Oş-Bişkek karayolu hattı, Taşkent-Oş- Irkeshtam/Torugart karayolu hattı, Semerkand-Oş/Calalabad kara ve demiryolu hattı, Semerkand-Kulkuduk-Beyneu karayolu hattı, Semerkand-Buhara-Beyneu karayolu hattı, Navoi-Kulkuduk-Beyneu demiryolu hattı, Türkmenabad-Taşavuz-Beyneu demiryolu hattı, Beyneu-Aktau demiryolu hattı, Aktau-Beyneu-Alma Ata-Druzhba kara ve demiryolu hattı, Lugovaya-Bişkek-Balıkçı kara ve demiryolu hattı, Duşanbe-Kulab-Rangkul karayolu hattı (Serap Ovalı, a.g.m.).

[58] Inogate.

[59] Giuseppe Franza, “The Silk Road Renaissance”, 2017, Milano, Politesi Polimi.