Bu Çağda Şiir Yazmak Ne Anlama Gelmektedir?-I-


Poetik Önermeyi Yardıma Çağırmak

Napolyon Jena şehrine girdiğinde Hegel “Tinin Fenomenoloji”sinin düzeltmelerini yapıyordu. Eserinin önsözünde ise çağının yeni bir doğuş ve yeni bir döneme geçiş çağı olduğunu görmenin pek de zor olmadığını, tinin, varoluşunun ve düşünme biçiminin eski dünyasıyla köprüleri attığını ve o dünyayı geçmişe gömmeyi düşündüğünü belirtir. Eli kulağında olan değişimi müjdeleyen şeyler de bir bilinmeyenin belirsiz önsezisi ve müesses nizamı kemiren manasızlık ve sıkıntıdır.

İçinde bulunduğumuz çağın ne olduğunu anlamamız bakımından Hegel’in poetik betimlemesi işimize yarayabilir. Can sıkıntısı ve manasız bir kayıtsızlığın dijital devrimle güncellenmiş Logosumuza sızdığını ve onu yavaş yavaş ufaladığını açıkça görmekteyiz. Diğer yandan bir bilinmeyenin belirsiz önsezisi politik varoluşsallığımızda kendini iyiden iyiye hissettirmektedir. Çağımız, “geçiş” yüklemini zorunluymuş gibi görünüşe gelen bir olumsallıkla yüklenmiş bir çağdır. Bunun nedeni “çoktan” ile “hala” arasındaki çelişkinin aşılamamış olmasıdır. “Çoktan” değişmesi gereken bir toplumsallığın “hala” deştirilememesi insan türünün yozlaşması ve çürümesi olarak açığa çıkmaktadır. Doğada bir koşul ortaya çıktığında tür ya bu koşula adapte olarak türünün devamını sağlar ya da bire dek kırılır. İnsan toplumu bu determinizmden muaf olarak toplumsallığın değişmesi yoluyla varlığını devam ettirir. Ancak toplumsallık tüm iç ve dış zorlayıcı koşullarına rağmen değiştirilemediği için insanlar şizofrenik geçişe uygun biçimde kişiliklere parçalanmakta hatta bu kişilikler de iç kişiliklere parçalanmaktadır. Toplumsallığın değiştirilememesine dönük olarak politik varolandan, yani “politik-olma”nın tarihselliği, güncelliği, kavramsal alanı ve bu alanın taşıyıcılarından gelen en esaslı girişim paradigmayı sınıf siyasetinden kimlik siyasetine doğru tasarımlamaları oldu. Çünkü politik varolan, “politik-olma”nın güncellik içindeki krizini tarihsellikte barınan belli olanakların yeniden keşfiyle çözmeye çalıştı. Bundan dolayı kimlik siyaseti salt kimliği bireyde tözleştiren bir yönelim olarak değil, bireyi ilkel komünist sezginin ilettiği konfederatif, ekolojik ve kadın özgürlükçü temellerde güncellemeye çalışan ontolojik bir siyaset yönelimi olarak açığa çıktı. İnsan varolanına, varlığının köklerinde yatan sentez hatırlatılmaya çalışıldı. Ancak kimliğin metafizik bir temsil olarak tözleştirilmesi tehlikesi bir gerilim olarak yönelimin hep içinde kaldı. Diğer yandan konfederatif, ekolojik ve kadın özgürlükçü temeller kapitalizmin bizzat kendisinin bıraktığı kaçış alanlarında, kapitalizm altında sosyalizmin değil ama sanki komünizmin yaşanabileceği imasında yumuşatıldı. Politik varolan, önermelerinin karşılık geleceği bir nesneyi tekrar yaratma sorunuyla karşı karşıya. Bundadır ki artık poetik önermenin yardımına muhtaçtır. İlginçtir ki Hegel geçiş ve yeniden doğuşu ifade ettiği satırlarda felsefi önermeyi poetik önermenin sahip olduğu melez ontolojiyi yardıma çağırarak ifade etmiştir. Bugün önerme aileleri ya da Lyotard’ın kavramsallaştırmasıyla cümle ailelerini geçişken bir temsil düzeyine aktarabilmek için yeniden poetik önermenin yardıma çağrılması gerekliliği söz konusudur.

Üç Kriz alanı

1-Medeniyet

Bu çağ üç kriz alanının belirleyiciliği altındadır. Bundan dolayı “geçiş” “kriz” olarak görünüşe gelmektedir. Her kriz geçer ama her kriz bir deneyim nesnesi olarak, geçiş kavramının altına düşmez. Üç kriz alanı kendi iç teorik ve pratik krizlerini ve olanaklı sınırlarına dayanmış olan deneyimlerini çağın geçişine devretmiş bulunmaktadır. Yani “geçiş” onların “geçmesi” olarak yaşanmayacaktır, aksine iç krizlerinin çözülme zorunluluğunun “geçiş”in devinim tarzıyla olan iç bağlantılarının yeniden keşfedilmesi yoluyla yaşanacaktır. Üç kriz alanı Medeniyet, Marksizm ve İslam’dır.

İlk kriz alanı olan Medeniyet bu çağda hala kıta Avrupa’sının düşünsel ve sosyal temelleri olarak temsil edilmektedir. Tarihsel gelişimi insan üretici gücü, teknik üretici gücü ve kapitalist gelişmenin uğraklarıyla belirlenmiştir. Ancak Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın öne sürdüğü yaklaşım da medeniyetin tarihsel ontolojisinin Tin olarak gerçekleştirdiği hareketinde belirgindir. O da barbar genetiği ve barbar akınlarıdır. Doktor’un Marksizme Türkiye şubesinden yaptığı muhteşem katkıyla tarihin motor gücünün, doktriner Marksizm varolanının temel yaklaşımı olarak sınıf ilişkisi ve üretim ilişkisi arasındaki çelişkinin yanı sıra barbar akınlarının da olduğu ortaya konulmuştur. Medeniyet kurulduğu yerde ve zamanda gelişiminin olanaklı sınırına varır ve çürümeye başlar. Çürüme içeride yoğunlaştıkça ve hissedildikçe içerdekiler dışarıdan gelecek bir aşının umudunu sezinlemeye başlarlar. Ve barbar akınları çürümüş medeniyeti yıkarak medeniyete barbar aşısı yaparlar. Ancak fethedenler tarihin diyalektik hareketi üzerinden fethedilirler. Barbar toplum medeniyet dışıdır. Yani rekabet etmez, yalan söylemez ve yalnızca şanı için fetheder. Fethettiği yerde doktorun da söylediği gibi derebeyini pataklar ve kovar. Ve topraksız serfe toprağı eksin diye bir çift öküz verir. Serf çiftçi olur. Lafargue’nin “Tembellik Hakkı” metninde kuzeyli Germen kabilelerinden bahsederken onları komünist olarak nitelemesi tesadüf değildir. Medeniyet içindeki bir adamın doğru sezgisidir.

Bugün hala kıta Avrupa’sında temsil edilme düzlemini düşüncenin olağan durumu bakımından kaybetmemiş olan medeniyetin krizi varoluşsal düzeyde belirgin bir haldedir. Toplumsal çelişkiler yumuşatılmıştır. Politik pathos zaman zaman açığa çıkan isyanlar haricinde yitiktir. İzolasyonun görünmez kamusal sınırlarında, karşılıklı bireysel ilişkinin haddi olarak sabitlenmiş birey, rahat içinde ama ontolojik yalnızlığın baskısı altındadır. Hümanizma değerleri ve geleneği barbar akınlarının bu çağa özgü yeni bir görünüşe gelme tarzı olan mülteci akınlarıyla yerle bir olmuştur. Koca Almanya’nın en büyük derdi sınırlarının içine daha fazla mültecinin girmemesidir. Şu an ki tüm politik angajman Ulris Beck’in Avrupa Birliği’ninin temellerini ikinci dünya savaşında Nazilere karşı direnişin attığı tezini alaya almaktadır. Axel Honnet’in tespit ettiği üzere Marx’ın meta fetişizmi teorisi tarihsel haklılığını günümüzde kanıtlamıştır. Diğer yandan günümüzdeki meta dolaşımı ya da değeri nesne ya da şeye dönük kadim felsefi angajmana kısa devre yaşatmaktadır. Nesneyi birincil ve ikincil nitelikler üzerinden belirleyen ontoloji, kapitalist metanın değişim değeri dolayımında sakat bırakılmıştır. Birincil-ikincil nitelikler teorisi çok kabaca cismin uzam, içine işlemezlik, devinim ya da durgunluk gibi niteliklerini birincil, cismin renk, ses, tat, koku gibi özelliklerini de ikincil nitelikler olarak belirlemiştir. Ancak kapitalist metanın değişim alanında durum tam tersidir. Farklı renklere sahip metalar farklı metalardır. Yani dört farklı renkte ama aynı model ayakkabısı olan meta sahibi aslında dört farklı ürüne sahiptir. İkincil nitelik, şeyi, belirli varlığının dışına çıkaran bir kategori olarak yeniden üretmektedir. O vakit meta fetişizmi ve dolaşımı diktatörlüğü altındaki insansal ontoloji, değer fetişizmi ve dolaşımını da ikincil niteliklerin birincil niteliklere göre daha değerli olması üzerinden yaşamaktadır. Birey ya da kişi esasen ikincil niteliklerin öne alınmasıyla kurulmaktadır. Bugün medeniyetin değer krizinin derin temellerinden gelerek gün yüzüne çıkan fenomen budur.

2-Marksizm

İkinci kriz alanı Marksizmdir. Ancak Marksizmin krizi politik alanın daralması ve kriziyle çakışmıştır. Çünkü Marksizm uzun süredir “politik-olma”nın asıllığı ve sahiciliğiyle çakışmış olan bir yükleme sahiptir. Politik alanın daralmasına dönük Arendt’in teorik politik açılımı tıpkı Honneth’in Marx’ın meta fetişizmine dönük tespiti gibi tarihsel haklılığını günümüzde kanıtlamış görünmektedir. Ancak politik kriz ideolojik değil varoluşsaldır. Tarihsel varoluşsallığın özü olarak “politik-olma”, zoon politikonun neliğinden kategori olarak düşmüştür. Bu politik pathos yitimidir. Diğer yandan küresel düzeyde kapitalist toplumun insanlığı bu kadar rahatsız ettiği ama bu rahatsızlığa dönük kalkışma olanaklarının bu derece tükendiği başka bir çağ yok gibidir. Marksizm bunca çelişki ve rezilliğin ortasında bir umut olarak insanlığa ses olma gücünden yoksunsa bu onun iç krizinin derinliği hakkında bize bir sezgi verme açısından yeterlidir.          

Marksist Tin, Hegelci Tinin serüvenini paradoksal olarak yaşamaktadır. Kendini ilkin doğada açmıştır. Duyusal izlenimin kesinliği aşamasında yalnızca nesnenin varlığının gerçekliğini (“Bu, adaletsizlik”, “Adaletsizlik vardır”) dile getirmiştir. Ütopyacı sosyalizm bunun yansıması olmuştur. Ancak Hegelci Tin doğadaki açılımında kendine nasıl yabancı ve özüyle çelişik haldeyse Marksist Tin de bu ilk aşamada kendine yabancıdır. Özbilinç düzeyine yani diğer özbilinç (kapitalist özbilinç) tarafından tanınma ve kabul edilmenin yaratacağı toplumsal ve kavramsal düzeye Marx’ın müdahalesiyle kavuşmuştur. Ancak bu noktada diyalektik olarak geleceğe gebe kalan çelişki onun aydınlanmacı, ilerlemeci ve pozitivist kodlara karşı bağışıklık sisteminin çökertilmesi olmuştur. Bu da onun ontik olanlarda zaman kaybeden bir politik varolan olmasına yol açmıştır. Diğer yandan bu kodlar onu, kapitalist gelişimi devrimin zorunlu “aşaması” olarak görmeye sevk etmiştir. Yani sömürgecilik kapitalist gelişimi de sağladığı için devrimin olanaklı gelecek boyutunda nihai olarak olumlu bir fenomendir. Daha sonradan Marksist devrimlerle ortaya çıkan devletlerin politik deneyimleri olarak açığa çıkan olgu, Marksizmin üretim fetişizmi ve kapitalizmi geçme iddiasıyla olanaklı deneyimin ötesine geçen aşkın bir zeminde iş görmesi olmuştur. Bu süreçte Marksizme gerekli olan barbar aşısı ortaya çıkmamıştır. Aslında bu aşı Anarşizmin ya da Troçkizmin politik etkisinin doktriner devlet Marksizmine bir güç olarak yansımasıyla sağlanabilirdi. Mao’nun devrimi de bu etkiyi yaratamamıştır. Tüm bunların ortasında Lenin’in Marksizmin güncel ve iradi devrimci taşıyıcısı olarak tarihteki rolü ortadan kalkmıştır. “Proletarya Diktatörlüğü” olarak tarif edilen sosyalizmin tabandan demokratik kontrolü yerini bürokratik sosyalist devletin kontrolüne bırakmıştır. Ancak yine de sosyalizmin tarihsel “reel”liği budur. Önemli olan Michel Henry’nin de belirttiği gibi Marx’la aramızda olan engelin Marksizm olduğunu keşfetmekti. Ancak bu keşif şimdilik güncelliğimiz içinde keşfedilebilecek olan tarihsel varoluşsallığımızın barındırdığı ilkel komünist genetiğin harekete geçmesine bırakılmıştır. Marksist Tin şu an içinde bulunduğu dünyayla Hegelci Tinin yaptığı gibi köprüleri atmış görünmektedir. Bu asla onun aşıldığı, anlamsızlaştığı ya da öldüğü anlamına gelmez. O hala canlıdır. Ama tıpkı Kant’ın felsefeye önerdiği ve Kopernikvari olarak nitelediği hipotetik değişiklik önerisi gibi bir açılımın keşfine çıkmak için hazırlanmalıdır. Yani bilgimizin nesneye değil nesnenin bilgimize uyduğu yollu Kantçı öneriyi kendi teorik tarihselliğinde yeniden keşfetmeye çabalamalıdır. Çünkü Marksizm kendi aşkın metafiziğinde boğulmuştur. Lenin I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ve İkinci Enternasyonal partileri savaşı destekleyerek onu şok ettiğinde İsviçre’deydi ve Hegel okuyordu. Belki de bugün bunca kargaşa ve dağınıklık ortasında Marksizmin taşıyıcıları Kant okumalıdırlar. Çünkü Marksist tasarım öznenin öznelliğine, eleştiri ama kendine dönük bir eleştiri (zira Saf Aklın Eleştirisi aklın kendi kendisini eleştirisidir) düzleminde açılamamıştır. Marksizm politik varolanına, Kantçı eleştiriyle olan iç bağlantısını keşfetme yoluyla Kantçı okuma önerisini esaslı ve sahici bir şekilde Karatani ortaya koymuştur. Kantçı eleştiriyi, hakim ampirizim karşısına rasyonalizmle ve hakim rasyonalizm karşısına ampirizmle çıkan bir konum almaya dayalı hareketin bizzat kendisi olarak belirleyen Karatani, Kantçı eleştiriyle Marxçı eleştirinin kendi sınırlarını aşıp birbirleriyle ilişkilendiği mekanı da Transkritik olarak belirliyordu. Ona göre Kant ile Marx arasında bağ kurma girişimi nadiren yaşanmıştı ve bunlar Marxçı eleştiride eksik olan öznel-etik uğrağın yakalanma girişimleriydi. Belki de Marksizm politik varolanında yaşanan “diktatörlük” deneyimi bir yüzyıl sonra Marksizme öznelliği kendi üstüne dönük yeniden bir Kantçı okumayla güncelleme yükünü vermiştir. Karatani iki alanın sırf birbirine geçişkenlikleri açısından değil Marksizm politik varolanının tarihselliği açısından da Kantçı okumayı önermektedir. Ancak Marksizm politik varolanı, tam bu noktada artık önerme yapısını ya da kendisini teşkil eden cümle ailesini poetik önermeden gelecek yardımlara maruz kalabilecek bir savunmasızlık düzeyine yükseltmelidir. Nitekim Karatani Transkritik’te, Marx ve Proudhon’u ele aldığı bir bölümde Marx’ın ahlaki olanı paranteze aldığını (ki bu bilimselliğin yaptığı şeydir) belirtir. Yani öznellik ekonomik kategorilerin kişileşmiş halleridir. Sosyalizm Marx’la “bilim” olmuştur. Diğer yandan Proudhon bu “bilimsel” bakışla ilgili olmayacak bir şekilde “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesini ortaya koymuştur. Karatani, Marx’ın Proudhon gibi ahlaki bir dille konuşabileceğini ama onu paranteze aldığını söyler. Ancak burada kaçırılan nokta şudur. “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi ahlaki değil poetik bir önermedir. Toplumsal maddeselliğe ve bunun politik tezahürüne karşı politik alana aktarılmış poetik önermedir. Mülkiyetin sınıf ilişkileri bağlamında bilimsel analizini yapmaz. Onu kişileşmiş ekonomik kategorilerin yansıtmalarında rasyonelleştirmez. Ahlaki bir önerme de değildir. Çünkü ortada fail yoktur. “Mülkiyet sahipleri aslında hırsızlık yapıyorlar” demez. O, hırsızlığın, mülkiyet kavramında zaten baştan içerildiğini söyleyen analitik bir önerme kılığındadır. Önerme, sanki özneyle yüklem arasındaki özdeşliği açığa çıkarır gibi yapmaktadır. Ancak bunu sağlayan şey önermenin politik alana yansıtılmış bir poetik önerme olmasıdır. Bu da önermedeki varolanın (mülkiyet) neliğini bir anda ortaya çıkaran bir ışıma altında bize görünür olmasını sağlamaktadır. Marxçı eleştiri mülkiyeti tarihsel deneyimin pratik bilimsel karşılığında el altında tutarken, Proudhoncu poetik önerme, mülkiyetin üstündeki örtüyü bir anda kaldırmakta ve bilimsel angajmanın özne-nesne düzlemine ihtiyaç duymadan onun özünü açığa çıkarmaktadır. Bunu da değindiğimiz gibi varolanı gizlenmişliğinin içinden çıkararak gerçekleştirir. Mülkiyet ilişkilerini bozmaya gitmezden evvel mülkiyet kavramında hırsızlık yükleminin zaten baştan hazır yattığını teşhir eden poetik önerme, mülkiyet ilişkilerini yıkmanın nasıllığını a priori olarak vermektedir.

-devam edecek-

Ozan Çılgın

15 Nisan 2022


*kolaj: Hazel Ferah