Düzlem
Resmî ideolojinin “diğerleri” tarafından içselleştirilmesi, siyasî erkin yalnızca “tarih”e değil, bugüne egemen olmasının da koşuludur. Milâdın 19 Mayıs 1919 olarak belirlenmesi, öncesine “ait” olanın arkaik ve “düşman” mertebesine yerleşmesine neden olmuş, resmî tarihin soldan yorumu bu düşmanı “gericiler” şeklinde tarif etmiştir. İktisadî ve aklî soygun düzenine karşı gerçek anlamda bir tehdit oluşturabilecek tüm odaklar, kollarını “ilerici” ve “gerici” kılığına büründürerek toplumun yamacına yerleştiren Devlet Partisi’nin kontrollü muhalefet kurgusunda eritilmiş ve ardından yutulmuş, meselenin sınıfsal özü hasır altı edilmiş, düzlem buradan kurulmuştur.
AKP’nin Devlet tarafından yutulma girişimleri 2007 süreciyle başlamış, 2016’da MHP’nin monte edilmesiyle nihayete ermiştir. Bu tarihten itibaren AKP, kavga edilen bir ölü hüviyetinden fazlası değildir. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin idaresinin muhalefete teslim edildiği 2019 yılı, Kovid-19 adı verilen biyolojik harp süreciyle[1] global iktisadî düzenin yeniden inşa edilmeye başlandığı sürecin ayak seslerinin duyulmaya başlandığı tarihtir. Gelmekte olan tufan Devlet’in ön almasını gerektirmiş, iktisadî ve tıbbî saldırıya karşı potansiyel bir başkaldırı ihtimali, her ikisi de tipik birer AKP bürokratı[2] olabilecek iki ismin CHP rozetiyle idareye yerleştirilmesiyle sağlanmıştır. Daha önce yine bir seçim sonucu üzerinden belirtildiği gibi; otoritenin stratejik aklı, yeri geldiğinde amaçlarına uygun mağlubiyetleri kurgulayabilmektedir. 5 Nisan 2024 tarihli aynı değerlendirmede şu satırlar da not edilmişti:
“Kalkınma Yolu’nun Irak ile birlikte inşasının hızlı bir şekilde yapılması, PKK nezdinde Kürtlerin pozisyonuna bağlı. Devletin Kürt hareketiyle barışçıl bir yol tutturması yahut büyük bir çatışmayı göze alması gerekiyor. Çatışma ve savaş hâli bu süreci ancak geciktirir ve belki de gerçekleşmesini temelli engeller. Bölgede masif yapılı askerî bir gücün gölgesinde ve bu gücün varlığına rağmen Kalkınma Yolu’nun realize olması beklenemez. Askerî yöntemlerin çözüm olmadığı noktada Türk ve Kürt burjuvazisi bu tıkanmayı yeni bir çözüm/barış/açılım süreciyle karşılamak zorunda kalabilir.”[3]
Devlet Bahçeli’nin çağrısı ve uzattığı el bu projeksiyonla ilgilidir; sanılanın aksine konunun ne bunaklıkla ne seçimle ne de Erdoğan’ın kişisel hülyalarıyla bir ilgisi yoktur.
Sahtekârlık
Ekrem İmamoğlu’na karşı girişilen fakat bir yandan da onun popülaritesini artıran hamleler, 18 Mart 2025’de üniversite diplomasının iptali ile hız kazanmış, buna karşı kendisi aynı günün akşamı iftar sofrasında çekilen video ile ilk açıklamayı yapmıştı. İlkokul yıllarında, henüz daha İmamoğlu soy ismini almadan önce, yazları Süleymancıların Kur’an kursuna giderek okuma-yazma öğrenmeden önce Kur’an’ı hatmeden, ortaokul yıllarında aynı cemaatin yurdunda kalan, Gülen Cemaati’ne ait bir televizyon kanalında futbol yorumculuğu yapan, müteahhitlik işleriyle birlikte çeşitli siyasî fraksiyonların ardından soluğu CHP’de alarak, bu kimlikle kendisine teslim edilen İBB Başkanlığı makamına imam getirerek dualar eşliğinde o koltuğa oturan İmamoğlu, aklıyla değil duygularıyla hareket eden kitlelerin gönüllerini fethetmişti.[4] Orucunu tutmuş, iftarını açmış, fakirin hâlinden anlamış, mağdur edilmiş ve fakat en önemlisi kendisi tarafından vurgulandığı üzere “kul hakkı” yenmişti. Kritik olan da buydu, diğer sözlerin pek bir önemi yoktu.
Birkaç matematik sorusunu çözemediği için ülkedeki en düşük puanlı üniversiteleri dahi kazanamamış; bu yüzden o dönem ve hatta bugün de sıkça kullanılan bir yöntemle KKTC’de ‘merdiven altı’ olarak tabir edilen bir üniversiteye kaydını yaptırması, ardından Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birine, olağan koşullarda asla kapısından giremeyeceği bir yere, kendisinden üç-dört kat fazla puan alanların giremediği fakat kendisinin araya adam sokarak kaydolması ‘alın teri’, bu usulsüzlüğün ortaya çıkarılması ise ‘kul hakkının yenmesi’ olabilmektedir. Siyasî arena burjuvazinin iki kanadı arasında debelenmekten öteye gidemediğinden dolayı diploma üzerinden İmamoğlu’nu eleştirmek, aynı meseleden dolayı Erdoğan’ın aklandığı şeklinde yorumlanmaktadır. Toplum mühendisliği bu kısır zeminde hayat bulmaktadır. Politik tercihler sunulan iki seçeneğe sıkıştırılmakta, böylece toplumun kendi alternatifini inşa etmesi baştan engellenmektedir.
Bu tür usulsüz yatay geçişler 12 Eylül 1980 sonrasının ürünüdür ve sağlık sistemi başta olmak üzere hemen hemen tüm alanlarda uygulanmıştır. Misal; askerî yönetim, hekimlere “zorunlu hizmet” getirmiş, hekimler bu süreçte kura ile atandıkları yerlere gitmek zorunda kalmışlardır. 1983’de iktidar ANAP’a devredildiğinde, partinin kurucularından Mehmet Aydın 1983-86 yılları arasında Sağlık Bakanı olmuş, Yüksek İslâm Enstitüsü mezunu bir lise öğretmeni ise aynı bakanlığın Personel Genel Müdürü olarak atanmıştır. “Tayin borsası” bu şekilde ortaya çıkmış, Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda “ülkücü doktorlar” furyası başlamıştır. 1990’lı yılların başlarında bu “doktorların” eski sosyalist ülkelerdeki Tıp Fakülteleri’nden para karşılığında ihtisasa başladıklarına ilişkin sahte belge aldıkları ve Sağlık Bakanlığı’na başvurarak Türkiye’ye “yatay geçiş” yaptıkları duyulmaktaydı.[5] Kadrolaşma amacıyla tıp gibi doğrudan insan/toplum sağlığıyla ilgili bir alanda dahi yapılabilen bu sahtekârlığın diğer meslekî alanlara sirayet etmeyeceğine inanmak saflıktan öte, aptallıktır. Biraz becerisi ve siyasî çevresi olan herhangi bir kişi, tıpkı dün olduğu gibi bugün de KKTC, Orta Asya ve Balkan ülkeleri üzerinden bu imkânı elde edebilmektedir. ANAP kökenli olup, babasının da ANAP’ın kurucusu ve lideri Turgut Özal ile birlikte siyaset yapmasıyla övünen Ekrem İmamoğlu, bu kadrolaşmanın bir mahsulüdür ve ona bu imkânı sağlayan kişi de hemşerisi ve dönemin ANAP’lı TBMM Başkanı Necmettin Karaduman’dır. Tıpkı yakın dönemde Gülen Cemaati’ne mensup olanların yaptığı gibi, o da sınav sonuçları üzerinden kul hakkı yemiştir. Bunun savunulacak bir yanı yoktur ancak Erdoğan adlı paratonere olan nefret, toplumu bu sahtekârlığın arkasına dizmekle kalmamış, sahtekârlık üzerine inşa edilen siyasî kariyerleri toplum nezdinde meşru kılmıştır.
Müsadere
Müsadere, Osmanlı Devleti’nde haksız kazançla zengin olmuş görevlilerin mallarına istendiği zaman el koyulabilmesi usulüne verilen isimdir. Lehçe-i Osmânî’de Ahmed Vefik Paşa’nın cerime yoluyla mal zaptı şeklinde tarif ettiği uygulama, İmparatorluğun neredeyse kuruluşundan itibaren görülmeye başlanmış, II. Mehmet eliyle Çandarlı ailesinin politik gücünün kırılmasını takiben 16. ve 17. yüzyıllarda bürokratik unsurların servetlerinin herhangi bir gerekçe gösterilmeden müsadere edilebilmesi, bunu bir Devlet geleneği hâline getirmiş; bunu önleyecek düzeyde bir karşı tepki geliştirilememesi ise Devlet’i egemen kılmış; bu egemenliğin sekteye uğramaması için de kapasitesinde herhangi bir kırılganlığa yer verilmemesine özen gösterilmiştir. Âyan, memur ve bürokratlara yönelik müsadereler, Devlet kapasitesinin yüksek düzeyde tutulmasını sağlamış; hem el konulan varlıklarla hazine beslenmiş hem de mütehakkim olunmuştur.
Bugün İmamoğlu ve ekibinin en azından görünürdeki mal varlıklarına el konulmasının temelleri tarihimizde mevcuttur. El koyma yetkisine sahip olan “iktidar” olunca, ona alternatif olduğu iddia edilen “muhalefet” de mağdur edebiyatına sığınma hakkına sahip oluyor. Mağduriyet işin içine girdiğinde, rant-komisyon-ihale trafiğinin en yoğun olduğu herkesçe bilinen kurumların başındaki kişiler bir anda ‘masum’ oluveriyor. İktidardaki yolsuzluk eleştiri yağmuruna tutulurken, muhalefetteki yolsuzluk hasır altı ediliyor, tüm siyasî pratik bir anda o suyun başını tutan kişinin Saray’a yerleştirilmesi için harcanıyor. Hırsızlık-yolsuzluk bir fiil, onu gerçekleştiren ise öznedir. Toplumdaki rahatsızlık hırsızlıkla değil, hırsızın kim olduğuyla ilgili bir hâl alıyor. Soygun düzeni bu şekilde meşruiyet kazanıyor.
Gazetelerin ve televizyon kanallarının %95’inin Saray’a bağlı olduğu dillerden düşmüyor ancak uzun zamandır İBB’nin maddî desteğiyle fonlanan gazete, televizyon kanalları ve internet siteleriyse pek dillendirilmiyor. Muhalif kılıklı sağcı-orta yolcu ekran yüzleri, Soner Yalçın gibi yılların operasyonel kalem erbapları bir anda Londra’nın İstanbul’a atadığı sömürge valisinin kadrolu elemanları hâlini alıyor; Erdoğan’ın uçağına binenler “yandaş” olurken, İmamoğlu’nun uçağıyla Roma turnesine çıkanlar “muhalif” oluyor. Muhalif, soygun düzenine karşı değil vitrindeki hükûmete karşı yürütülen tiyatro oyununu icra edene deniyor. Her iki grup da garibandan alınan vergilerle birileri adına besleniyor. Yoksulun parasıyla yoksulu kandırma faaliyetine gazetecilik deniyor. İmam hatip menşeli, ülkücü eskisi, SİP/TKP tedrisatlı İsmail Saymaz gibi operasyon elemanlarının zaman zaman terbiye amaçlı uyarı alması ‘bedel ödemek’ şeklinde yutturuluyor. Servis edilmesi amacıyla, AKP’lilerin yolsuzluklarıyla ilgili belgeleri birileri tarafından kendilerine verilenlere “araştırmacı-gazeteci” deniyor. AKP’li kişilerce yapılan yolsuzlukların ifşası üzerinden kariyer inşa edenler, CHP’lilerin rant-rüşvet çarkını gizlemek için kırk takla atıyor.
İmamoğlu soruşturmaları kapsamında tutuklanan ve yerine kayyım atanan Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan, yaptığı ilk açıklamada belediyeyi çalışanların “helal alın teriyle” yönettiğini söylüyor.[6] Oysa belediye işçileri aylardır esnek çalışma, mobing ve ücretlerin eksik, parça parça ve geç yatırılmasından dolayı eylem yapıyor. Şahan’ın tutuklanmasından on gün önce, o ay işçilere “belediyede para olmadığı” gerekçesiyle ödeme yapılmayacağı iletilmişti.[7] Emlâk rantının en yoğun olduğu ilçelerden birinde sokakları temizleyen ve karşılığında ücretini alamayan işçiler değil, işçiye o ücreti ödemekten kaçınan kişi ‘mağdur’ olduğu gerekçesiyle savunulabiliyor. Vicdan ve akıl tutulması bir arada yaşanıyor. Başkanı yolsuzluk gerekçesiyle tutuklanan CHP’li Beşiktaş Belediyesi’nde de işçiler aylardır maaşlarını eksik ve geç alıyorlar, ‘mağdur’ olansa ihale trafiğinde kasalarını dolduranlar oluyor.
Islah
1 Mayıs 2024’te sendikalarla birlikte CHP, alışılmışın ötesinde Taksim’e çağrı yapmıştı. Plânlı bir koordinasyonsuzluk doğrultusunda çeşitli parti ve grupları Saraçhane’de toplayan CHP, kitleyi Bozdoğan Kemeri önündeki polis barikatına doğru yönlendirmiş, ardından CHP Genel Başkanı ve İBB Başkanı bir anda ortadan kaybolmuş, sendikalar ve meslek odaları yürüyüşten vazgeçildiğini açıklamış ve ‘baş’sız kalan kitle âdeta polise yem edilmişti. Saraçhane’nin kıble olarak imali, 1 Mayıs’ta prova edilmişti.
İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve gözaltına alınmasıyla birlikte, özellikle İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis barikatını yıkması gençliği harekete geçirmiş, diğer üniversitelere de yayılan eylemleri boykotlar izlemiş, bu durum CHP’yi daha “direngen” bir hâl almaya zorlamıştır. 7 günlük Saraçhane teatralini ekrandan izleyenler CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik’in “direnişini” ve “yiğitliğini” görürken, arkada polis terörüne yem edilen gençler gösterilmiyordu. Bir genç, Sunay Akın’ın canlı yayında gençlerin yanında olduğunu iddia etmesi üzerine araya girerek mikrofonu alıyor ve tüm hıncıyla, “Bunlar gençlerin yanında falan değil. Kanallar bizleri göstermek yerine vekilleri gösteriyor. Bizler bunu kabul etmiyoruz,” diyor, Akın ise genci çekiştiriyor, susturmaya çalışıyordu.[8] “Solcu abi” rolünü oynayan Çelik ise, İBB önüne konan barikatların izdihama neden olduğunu, arkadaşlarının ezildiğini söyleyerek kendisinden yardım talep eden CHP’li bir genci başından atmakla kalmıyor, provokasyon yapmakla suçluyordu. O gençlerin tutuklandığı gün, CHP de Saraçhane müsameresini sonlandırdığını açıklıyordu.
Gençlere uygulanan polis terörünün dozajı televizyon ekranlarından gizlense de, kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın savunmasız kişilerin üzerine onlarca polisin çullandığı, saldırı ve işkencenin bir arada uygulandığı görüntüler çevrimiçi platformlara yansıdı. Her türlü ideolojik tahribattan nasibini almış olsalar da aynı sınıfsal yapıdan gelen, bu ortaklıktan dolayı tüm farklılığa rağmen geleceksizlik kaygısıyla sokağa çıkan gençler, birilerinin kişisel emelleri için harcanmış; saldırı, gözaltı, tutukluluk hâli ve ‘kirlenen’ sicillerle ıslah edilme yöntemi izlenmiştir. Hukukun üstünlüğü ideolojisi ve haklı savaş doktrini, kimi şiddet türlerini gayri meşru ve yasadışı ilân ederken, kimilerini ise yasal ve meşru kılar. Bu temel üzerine inşa edilen liberalizm ve onun burjuva diktatörlüğü, “barış ve güvenlik” ortamının tesisi için “düzen bozucu”, “itaatsiz” ve “kanunsuz” addedilen unsurlara karşı savaş erkinin icrasını daim kılar.[9] Gençlerin ıslahı, Devlet nezdinde ileriye yönelik bir tedbirdir; o ıslahın kaynağı anlatılmalı, doğru hedef gösterilmelidir. Neticede “kitleler”, alınan tedrisat ve sosyal hayatın burjuva egemenliği tarafından oluşturulan kurumlarına olan bağımlılıktan kaynaklı olarak, tarihin özneleri olmaktan çok nesneleri durumundadırlar:
“Hatta kitleler, harekete geçirildiklerinde bile, yani genellikle isyan ederek tarihin kendi yazgılarını belirleyen özneleri olduklarında bile, sonuçta çok ender olarak gerçek bir ‘kazanım’ elde edebilirler.”[10]
Hem sokakta hem de adliye koridorlarında polislerin rütbelerine göre değişen davranış kalıpları da dikkat çekici boyuttadır. Şiddeti ölçüsüzce kullananların Emniyet hiyerarşisindeki en alt tabaka olduğu, amir düzeyindeki kişilerin ise alt tabakayı kontrol altında tutma girişimleri; AKP ile MHP arasındaki gerilimi de görünür hâle getirmektedir, zira Erdoğan’ın hâkimiyeti İçişleri Bakanlığı bürokrasisinin tepe kadrosunda iken, Emniyet teşkilâtının alt kadrosu büyük oranda Ülkü Ocakları’nda yetişenlerden oluşmaktadır. Gerilimi MHP tırmandırıyorken AKP daha ihtiyatlı davranmakta; ancak polisler amirlerinden ziyade kendi siyasî teşkilâtını dinlemektedirler. Bir hukukî operasyon merkezi hâline getirilen İstanbul Cumhuriyet Savcılığı ve başındaki kişi de düşünüldüğünde, sanılanın aksine, tüm soruşturma ve şiddet sarmalının Erdoğan’ın değil Bahçeli’nin, daha doğrusu onun temsil ettiği Devlet erkânının hedefleri doğrultusunda icra edildiği görülmektedir. Savaş erki, siyasî erki denetim altına almıştır.
Müsamere
Gerçek bir muhalefet dalgasının önlenmesi için harcadığı çaba bir yana, mandacılığa soyunan ve âdeta renkli devrim çağrısı yapan Özgür Özel, bir yandan CNN International ile yapılan mülâkatta NATO yandaşı olduğunu ilân ediyor[11], bir yandan da Britanya’nın BBC kanalından İngiliz İşçi Partisi’ne yakınıyor, “terk edilmiş” hissettiğini söylüyordu.[12] Aynı gün BBC’nin olayları takip eden muhabiri gözaltına alınıyor, ertesi gün sınır dışı ediliyordu.[13] Özel’in yakındığı gün, Dilek İmamoğlu da kendisine Britanya’nın The Economist dergisinde yer buluyordu.[14] Ardından Alman basınına da konuşan Özel, son olarak yine Britanya merkezli The Guardian’a konuşuyor, ortada bırakıldığı için sitem etmeyi sürdürüyordu. Cezaevindeki İmamoğlu ise, en son Britanya merkezli Financial Times’a yazıyor, kendisinin ‘siyasî tutsak’ olduğunu söylüyor fakat daha önemlisi, ülkenin küresel ticaret, güvenlik ve diplomasi açısından kilit önemde olduğunu vurguluyor, “uluslararası düzenin istikrarı için” kendi şahsî ikbalini elzem görüyordu.[15]
İmamoğlu tutuklaması, Suriye’de Britanya menşeli Şara hükûmetinin kurulmasını takip etmiştir. Tarihsel bir blok olarak, Türk Devleti’nin icra merkezi Britanya ile yakın mesai içerisinde bulunmuş, bulunmaktadır. Bu vaziyet Yakındoğu’da ABD’nin Britanya’nın rolünü üstlendiği 1950’li yıllardan beri adım adım ilerlemiş, özellikle de Kanal Krizi’nden bu yana daha belirgin bir hâl almıştır. ABD’nin Türkiye’ye daha genel plânda biçtiği rol ile Britanya’nın bölgede yeniden egemen olma çabaları çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği bölgesel aktif rol, zaman zaman çelişmektedir. Bu bakımdan idarî erki Suriye’ye çoktan sarkmış olan, Kürt siyasal derlenmesini imkânsızlaştıran Türk Devleti’nin icra merkezi ve Britanya’nın bölge plânları için “İmamoğlu tehlikesi”nden bahsedilebilir. İsrail bu bloklaşmada ABD’ye yakındır, zira Britanya askerlerinin katli üzerine inşa edilmiş bir yapıdır; Britanya’nın bölgeden çıkarılması ile ilânı mümkün olmuştur. Tam da bu günlerde iki Britanyalı milletvekili İsrail girişinde alıkonmakta, sorgulanmakta ve deport edilmektedir.[16] Yine İsrail, Türkiye’nin Suriye’de üstleneceği hava alanlarını imha etmekte, ABD aracılığında Bakû’de Türkiye-İsrail temasları sağlanırken Bahçeli alenen İsrail’e karşı savaş çağrısı yapmaktadır.[17] Onun İmamoğlu’na karşı giriştiği sert tutumuyla uyumludur. Yine Türki devletlerle ABD’nin Çin’e karşı bölgede artan etkinliği kapsamında Güney Kıbrıs’ı tanımakta, orada elçilik açmakta, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dara sokmaktadırlar. Bunlar, Ada’daki üsleri tartışmalı bir hâl almakta olan Britanya’nın aleyhine gelişmelerdir.
İmamoğlu’nun durumu ve operasyonun evrileceği nokta, dışarıdaki gelişmelere bağlıdır. ‘Terör’ değil ‘yolsuzluk’ gerekçesiyle tutuklanmış olması dahi, sürecin ucunu açık, sonucu muğlâk bırakmaktadır. “Erken öten horozun kesilmesi” vakası mıdır yoksa uzun vadede bir ‘kahraman’ mı yaratılmak istenmektedir, bilinmez, ancak ândaki amaca göre her ikisi de rahatlıkla mümkün olabilecektir. III. Paylaşım Savaşı yaşanmakta, Devlet, özellikle de Suriye-İsrail-İran üçgeni ekseninde harp pozisyonu almakta; hâliyle düzen muhalefetine lüzum, düzen dışına ise tahammül bulunmamaktadır. ‘İçerisi’ ile ‘dışarısı’ hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Devlet katındaki güncel pozisyon ve İmamoğlu operasyonu, Erdoğan’ın Eylül 2024’teki ABD ziyareti esnasında alınan icazete dayanmakta, CHP eliyle başlatılan ‘boykot’ hareketi ise aslında Britanya merkezli malî-finans oligarşisi tarafından global ölçekte ABD’ye karşı tertiplenen operasyonun yerele yansımasıdır. “Millî Güvenlik Devleti”ne karşı dışarından siyasî, içeriden ise CHP eliyle iktisadî bir operasyon çekilmeye çalışılmaktadır.
Tımar
Selçuklular aracılığıyla İran coğrafyasından Osmanlı Devleti’ne geçtiği varsayılan ve toplumsal refahı üretenleri ifade eden reaya, “birinin gözetiminde olan davar, sürü” anlamına gelir.[18] Sürünün olduğu yerde çoban, yani “davar güden” de olmalıdır. İkinci Osmanlı Padişahı Orhan Gazi’ye, kardeşi Alaaddin tarafından şöyle dendiği rivayet edilir:
“Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir padişah gerek ki memleketin işlerini görüp başara. Devletlilerin anlayışına göre devlet, tanrı tarafından padişaha ihsan edilen bir şeyken, onların yönetmek durumunda olduğu toplum (reaya) bu dünyanın basit yaratıklarıdır.”[19]
Osmanlı’dan TC’ye geçilirken reayanın yerini söylemde yurttaş almış ancak egemen kastın bakış açısında ve “aşağıdakiler”in işlevine dair bir değişiklik olmamış; sürü-kitle/yığın hâlen daha gerçek anlamda bir siyasal toplum olamamış, olmasına da türlü taktiklerle müsaade edilmemektedir. Çoban, yerini “ulu önder”, “millî şef” ve giderek lider(ler)e bırakmıştır. Biri Cumhuriyetçi diğeri Demokrat olacak şekilde ABD sistemine entegre edilen ve sükûnetin hâkim olduğu dönemlerde biri “iktidar” diğeri de “muhalefet” olmak üzere ikili liderliğin koyun otlatması yeterliyken; siyasî-iktisadî-askerî koşulların zorlamasıyla istihdam edilecek çobanların sayısında ve çeşitliliğinde bir artışa gidilmesi gerekli görülmüştür. Bugün Türkiye’deki yasal siyasî partilerin sayısının 170’i bulması bununla ilgilidir. Kaçının aktif, kaçının pasif olduğu önemsizdir. Özellikle büyük kentlerde, içerisine aylarca girilmeyen binaların sayısız “parti” tabelasıyla işgal edilmesi, aslında bu tabelaların ihtiyaç hâlinde hazırda bekliyor olmaları çok şey anlatmaktadır, zira kira bedellerinin bu denli yüksek olduğu bir dönemde bu ücretlerin üye aidatlarıyla ödenme imkânı yoktur.
***
27 Mayıs’ın kurmay heyetinde olup, Alparslan Türkeş ile birlikte “sürgüne” gönderilen ve bu esnada dünyaya gelen Ümit Özdağ, tıpkı babası gibi Devlet’in kalifiye kadrolarından biridir. 2015-16 sürecinde Genel Başkan Yardımcısı olduğu MHP’den “ihraç” edilerek İYİP’in kuruluşunda yer almış, 2020’de bu partiyi rayına oturttuktan sonra Zafer Partisi’ni kurmuştur. Bir çoban olan Özdağ, her iki yapıyı da ilkinde kısmî, ikincisinde ise aslî konumda olmak üzere bir ihtiyacın ürünü olarak inşa etmiştir. İhtiyaç, sermayenin Asya seferine hazırlandığı bir dönemde Devlet’in resmî ideolojisinin Türklük üzerinden yeniden kurgulanması; ve bu meyanda seküler genç nesillerin Soğuk Savaş döneminin doktrinleriyle inşa edilmiş olan MHP’ye örgütlenmesindeki zorlukla ilgilidir. Türk-İslam Sentezi, uzun yıllardır Gülen Cemaati eliyle İslam’ın Protestanlaştırılmasının da etkisiyle miadını doldurmuş, en azından Devlet’in önündeki rota için yeterli olmaktan çıkmıştır. Özdağ’ın 1990’lı yılların ortalarından itibaren akademik kariyerini inşa ettiği alan da söz konusu rotayla uyumludur; tıpkı 2023 Cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki rolüyle kamuoyunun radarına giren Sinan Oğan gibi. Bu milliyetçi rota, Batılı düşünce kuruluşlarınca da vurgulanmaktadır.
Antalya’da düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmadan dolayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu” işlediği iddiasıyla 21 Ocak 2025’te tutuklanan Özdağ, kitapları MİT içerisinde okutulan, uzmanlık alanı Psikolojik Harp olan ve yaptığı/yapacağı eylemlerle toplumsal infiale yol açabilecek bir profile sahiptir. Devlet, ileride çok daha önemli bir pozisyona lâyık göreceği bir çobanını rehabilitasyon sürecine almış, ‘sığınmacılar’ ve ‘açılım’ gibi başlıklardaki mevcut konjonktüre göre ‘uyumsuz’ sayılacak yönlerin törpülenmesinin ardından sahaya sürülmesi için kenara çekmiştir.
***
Basın/medya da güncel ve muhtemel konjonktüre göre pozisyon almaktadır. Murat Ağırel ve Timur Soykan gibiler, dereyi görmeden paçayı sıvamanın sancısını yaşamakta, kaptıkları köşelerden uzaklaştırılmaktadırlar; Saymaz gibi sistemi çözmüş olanlar, derenin kapandığını görerek uykuya dalmakta, doğru ata oynayabilmek için beklemekte, uzaktan izlemekte; Rasim Ozan Kütahyalı ve Cem Küçük gibilerse yılların tecrübesiyle, muhalefetteki yaygaranın dozunu artırmak suretiyle onu yormakta, tüm enerjinin boşa harcanmasını sağlamaktadırlar. “Karşı” tarafın bilinçli bir kışkırtmayla en yüksek noktaya çıkarılması ve ardından tepesine binilmesi, bir yöntem ve âdet olarak Türk Devlet geleneğinde mevcuttur. Trump eliyle tasfiyesi sağlanan USAID’ın fonlarıyla beslenenlerin akıbeti ise şüphesiz Duvar gibi olacaktır.
Ufuk
1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları, bulundukları döneme ve ülkenin dünya sistemindeki yerine göre hazırlanmışlardır, başka türlüsü de mümkün değildir. Tıpkı neo-liberalizmin ilânıyla birlikte 1961 Anayasası’nın “bol gelişi” gibi, mevcut Anayasa da TC’nin 2025’teki vizyonuna dar gelmektedir. CHP’li yetkililer ve oradan beslenen medya gülleri tarafından iddia edilenin aksine, anayasa tartışmaları birilerinin kişisel emelleri için değildir. Devletlerin anayasaları konjonktüre göre değişir ve bu değişiklik, o ülkenin dünya sistemindeki entegrasyonuna göre belirlenir.
Global iktisadî düzenin hâkimiyeti hiçbir zaman tek bir büyük gücün elinde olmamış, birbirleriyle bağlantılı, hem rekabet hem de işbirliğini içeren etkileşimler temelinde belirlenmiştir. Yeni bir dünya düzeninin geldiğini haber veren Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin askerî bütçesini 800 milyar avroya çıkarması gerektiğini söylemektedir. Bu rakam bir önceki yılın iki katından fazladır. Alman Federal Meclisi’nde yapılan anayasal değişiklikle birlikte silâhlanmanın önünün açılması; İsveç Başbakanı Ulf Kristersson’un, ülkesinin Soğuk Savaş’tan bu yana en büyük savunma harcaması artışını plânladığını duyurması; Fransız Silâhlı Kuvvetler Bakanı Sébastien Lecornu ile Ekonomi Bakanı Éric Lombard’ın sembolik bir ziyaretle yeni bir askerî tesisin açılışına katılması, geçtiğimiz mart ayındaki hadiselerden yalnızca birkaçıdır ve bu meyanda askerî şirketlerin hisselerindeki yükseliş ise dikkat çekici boyuttadır.
***
Bir kavga, bir de o kavganın taraflarınca ortaklaşa imal edilen bir kurgu vardır. Kurgu, ‘karşı’ taraftaymış gibi gözükenin esasen ‘asıl’ aktörün yaşatılmasına dair amacın gizlenmesiyle ilgilidir. Türk Devleti, bir dönüşümün sancısını yaşamakta, yeni kurulacak olan dünyada kendisine biçilen bölgesel güç rolüne hazırlanmakta; içerideki tüm aktörler ise, kimi son görevlerini oynayarak ‘tarih’ olmaya, kimiyse ‘kuruluş’ dönemi oyuncuları olmaya talip olma çabasındadırlar. Tüm kavga ve patırtı; serinkanlılığın korunamaması, verilen rollerin beğenilmemesi, ‘kişisel’ olanın Devlet’in çizdiği projeksiyona galebe çalmasından kaynaklanmaktadır. “Aşağıdakiler” henüz bu kavganın tarafı değil, figüranıdır; kendilerinin olmadığı bu projeksiyona çomak sokabildikleri takdirde var olabilecek, o zaman gerçek anlamda bir değişime kapı aralanabilecektir.
Tahir Yılmaz
20 Nisan 2025
Dipnotlar:
[1] Kasım 2024’te, Kovid-19’un NATO’nun askerî operasyonu olduğunu itiraf ederek bizleri de “komplo teorisyeni olmak” yükünden kurtaran Hollanda Sağlık Bakanı Fleur Agema’ya teşekkür ederiz! Bkz. “Dutch Minister of Health: Covid-19 is a NATO military operation”, 19 Kasım 2024, EADaily.
[2] “AKP bürokratı” derken; “Parti Devleti” adlandırmasıyla yapılan bilinçli bir çarpıtma değil, Devlet’in dönemsel vitrini kastedilmektedir. Söz konusu kişilerden biri ülkücü, diğeri ise komisyon/ihale havuzlarında yolunu arayan tipik bir müteahhittir. İmamoğlu’ndan farklı olarak Yavaş’a daha ihtiyatlı yaklaşılması, devlet adabına olan adanmışlıkla ilgilidir.
[3] İrfan Özgül, “Seçimler ve Denge”, 5 Nisan 2024, Sosyalizm.
[4] “Diploması iptal edilen Ekrem İmamoğlu’ndan ilk açıklama”, 18 Mart 2025, Sözcü. Burada “aklıyla değil duygularıyla hareket eden kitleler”den kasıt; dinî duygulardan dolayı AKP’ye oy verenler değil, o duyguları hor gören fakat kendileri de aynı davranış biçimini farklı kalıplar üzerinden ifa eden “laik” kitlelerdir.
[5] Akif Akalın, “Türkiye’de hekimler nasıl yoldan çıkartıldı”, 6 Ocak 2021, Toplumcu Tıp.
[6] “Yerine kayyım atanan Şişli Belediye Başkanı’ndan ilk mesaj”, 23 Mart 2025, Sol.
[7] “Ücretleri ödenmeyen Şişli Belediyesi işçilerinden eylem: ‘Direne direne kazanacağız’”, 12 Mart 2025, Sol.
[8] “Canlı yayında gündem olan anlar! İmamoğlu protestosunda Sunay Akın’a öğrenciden tepki: ‘Bunlar gençlerin yanında değil’”, 20 Mart 2025, Mynet.
[9] Bkz. Mark Neocleous, Savaş Erki Polis Erki, çev. Beyza Sumer Aydaş, NotaBene Yayınları, 2014, s. 74, 125-126.
[10] Barry K. Gills, “Dünya Sisteminde Hegemonik Geçişler”, Dünya Sistemi, çev. Esin Soğancılar, İmge Kitabevi, Nisan 2003, s. 265-265.
[11] “Özgür Özel CNN’e konuştu: ‘NATO ile güçlü bir ittifakı destekliyoruz’”, 26 Mart 2025, Sol.
[12] “Özgür Özel, BBC röportajında Keir Starmer’ı eleştirdi”, 26 Mart 2025, Birgün.
[13] “BBC muhabiri gözaltına alınıp sınır dışı edildi”, 27 Mart 2025, Sol.
[14] “Ekrem Imamoglu’s wife on how his arrest has turned a mayor into a movement”, 26 Mart 2025, The Economist.
[15] “İmamoğlu, Silivri’den Financial Times’a yazdı: Neden bütün dünyayı ilgilendiriyor”, 16 Nisan 2025, Nefes.
[16] “İngiltere ve İsrail arasında siyasi kriz! İki İngiliz milletvekili gözaltına alındı”, 6 Nisan 2025, AHaber.
[17] “Devlet Bahçeli’den İsrail’e ‘askeri müdahale’ çağrısı: Eşgüdüm içinde hayata geçirilmeli”, 11 Nisan 2025, Yeni Şafak.
[18] “Reaya”, Nişanyan Sözlük.
[19] Fikret Başkaya, Yediyüz: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, 1999, s. 91.