Evcilleştirmenin Diyalektiği: Hayvan Refahı’nın Neoliberal Sınırları ve Sosyalist Bir Çıkış İmkânı


Bütün başka yaratıkları niçin semirtiriz?

Bizi semirtsinler diye. Kendimizi niçin semirtiriz?

Kurtlar yesin diye

[W. Shakespeare, Hamlet]

 

Büyük Kapatılma: Evcilleştirme

Avcı-toplayıcılıktan çiftçiliğe geçiş süreci, günümüzde insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişkilerin doğasını anlamada yardımcı olabilir. Kalıcı yerleşimlerin varlığını öngören bu geçişin yakın çevre üzerinde dramatik etkileri oldu. Bugün daha çok “höyük” formunda karşımıza çıkan mekânlar, artan miktarda çöp ve “antropojenik” ekolojiler yaratırken kedi ve köpek gibi küçük etoburlar da dâhil olmak üzere yabani memeli hayvanları cezbetmişti.

Bu hayvanların evcilleştirilmesi, uygarlaşma sürecinde önemli bir kilometre taşını temsil eder. İnsanlık tarihi boyunca yaklaşık kırk hayvan türü evcilleştirilmiş olup, bunların çoğu günümüzde hâlâ beslenmemize esaslı katkılarda bulunmaktadır. Bu katkının tarihsel ve duygusal anlamını, herhâlde en iyi hayvancılıkla uğraşanlar gözleyebilir: Kuzu ya da oğlakların neşeyle, koşa koşa ağıla doluşmaları görülmeye değerdir. Ne de olsa ağıl onların evidir; kendilerini orada güvende hissederler. Vahşi doğa, taze besinler yanında risklerle de doludur. İnsanların onlar için kurduğu düzen, kesinlikle daha güvenlidir. Hem zaten onlar “insanın istifadesi için” yaratılmıştır. Kutsal metinlerde buna dair bolca açıklama bulabiliriz.

Bununla birlikte, ilk evcilleştirme deneyimlerine ilişkin arkeolojik kanıtlar, yer yer şiddetli ve kanlı bir hikâye anlatmaktadır.

Arkeolojik anlamda, evcil bir türün buluntularda daha yaygın olması beklenir. Nitekim bir tapınaktan daha fazlası olan Göbekli Tepe’deki (M.Ö.   ̴9.600-8.300) memeli kalıntıları içinde koyun ve keçinin göreli azlığı (B tabakasında %3, C tabakasında %14.4), onların insan kontrolü altında yetiştirilmediğinin güçlü bir göstergesidir. Buna karşılık, Göbekli Tepe’nin 12 km güneybatısında yer alan Gürcütepe’deki (M.Ö.  ̴7.600-7.100) faunal buluntu topluluğuna keçi kalıntıları hâkimdir. Kalıntıların taksonomik ve izotopik kompozisyonu, burada tüketilen keçilerin evcilleştirilmiş olduğunu göstermektedir.

Yakındoğu’nun hayvan güdüm sistemiyle ilgili en eski arkeolojik kanıtlar, Nevali Çori’de (Şanlıurfa) bulunmuştur. Koyun yetiştiriciliğine dair bu ilk kanıtlar M.Ö. IX. binyıla tarihlenmektedir. Keza, antropolog Mary C. Stiner ve arkadaşlarının Aşıklı Höyük’teki (Aksaray) keçi iskeletleri ve geniş gübre katmanları üzerindeki karşılaştırmalı analizleri, M.Ö. 8.400 civarında başlayan yerel bir evcilleştirme deneyimini belgelemiştir.

Yaklaşık bin yıl sonra (M.Ö. 7.350) terk edildiğinde 4 hektarlık bir alana yayılmış durumdaki Aşıklı, İç Anadolu’da bilinen en eski Neolitik yerleşimdir. Yabani koyun (O. orientalis anatolica) ve keçi (Capra aegagrus) popülasyonlarının doğal yaşam alanı üzerinde bulunan yerleşim, bu dönemde bağımsız bir küçükbaş evcilleştirme merkezi olarak öne çıkmıştı. Bu yabani türler, Aşıklı’nın avcı-toplayıcı gruplar tarafından ilk kez kurulduğu sıralarda insan yönetimi altına girdi. Hayvan gübrelerindeki fosilleşmiş bitki kalıntıları (fitolit), her iki türün de görece erken bir tarihte yerleşim içinde tutulmaya başlandığının kanıtıdır.

Peki, insanlar tarihsel ilerlemelerinin görece erken bir aşamasında evcilleştirme gibi zahmetli ve uzun soluklu bir işi nasıl başardılar? İlk evcilleştirme deneyimleri hangi koşullarda başladı?

Aşıklı’daki evcilleştirme sürecinde, insan müdahalesinin üç aşamalı bir gelişimini görüyoruz: En başta, doğum sezonunu takiben çevredeki yaylalardan yabani kuzular ve oğlaklar yakalanıp, kesimden birkaç ay öncesine kadar beslenirdi. Burada asıl amaç, küçük ölçekli bir canlı et stoku oluşturmaktı. “Yakala ve yetiştir” olarak adlandırılan bu strateji, esasen gıda arayışına dayalı avcı-toplayıcı ekonomisinin bir parçasıydı.

İkinci aşamada, yakalanan yabani yavruların daimi olarak kapatılıp, kontrol altında üremelerinin sağlandığını görüyoruz. Üçüncü aşamada ise yetişkin hayvanların toplanmasına yönelik büyük ölçekli bir sürü ekonomisinin yükselişi söz konusudur. Gerçek anlamda evcilleştirme ile sonuçlanan bu uygulama, üreme açısından yeterli sayıda bir hayvan varlığının kapatılıp, yeniden üretilmesine dayanıyordu.


Hayvanların evcilleştirilmesi, insanı itaat altına almanın deneysel koşullarını sağlar.

Geçişlerin kademeli olduğu her üç aşamanın ortak özelliği, yakalanan hayvanların ağıla kapatılmasıydı. Aşıklı’daki hayvan gübresi varlığı ve sınırlı hareketliliğe dair mikromorfolojik ve izotopik kanıtların birleşimi, en erken M.Ö. IX. binyılın ikinci yarısında hayvanların ağıla kapatılmaya başlandığını göstermektedir. Keza, M.Ö. VIII. binyılda, Çayönü (Diyarbakır) yerleşiminde evcil keçilerin yerleşim dışında ağıllara kapatıldığı belirlenmiştir. Aynı dönemde Ayn Abu Nukhayla (Ürdün) ve Çatalhöyük’te de benzer uygulamalar görülür.

Ağıl, beslenme saatlerinin ve çiftleşme için eş seçiminin insanlar tarafından belirlendiği, üreme ve uyum açısından istenmeyen bireylerin itlaf edildiği kontrollü bir ortamdı. Yabani tutsakların sürekli katılımıyla büyüyüp çoğalan ağıllar, zamanla hanelerden uzak müstakil yapılar hâline geldi.

Yakalanıp ağıla kapatılan ilk nesil için evcilleştirme süreci kolay geçmeyecekti. Antropologlar Benjamin S. Arbuckle ve Emily L. Hammer, Aşıklı’daki iskelet patolojilerinin yanı sıra keçilere ait gebelik ve doğum aşamalarına dair artıklar ve cenin kalıntılarının sıklığına dayanarak, buradaki hayvan popülasyonunun yüksek düzeyde “stres” altında olduğunu saptadı. Analize tâbi tutulan kalıntılar, ilk kez ağıla kapatılan, eş deyişle serbest hareketi kısıtlanan hayvanlara aitti. Bulgular, evcilleştirme ve sürü yönetim sistemlerinin geliştirilmesinde önemli bir “yaparak öğrenme” dönemine işaret etmektedir.

Bununla birlikte, başarılı bir evcilleştirme için hayvanları ağıla kapatmak yetmiyordu. Direniş gösteren genç erkeklerin etkisiz hâle getirilmesi de gerekecekti. İlk kez Orta Zagros’taki Ganj Dareh (İran) yerleşiminde saptanan bu uygulama, M.Ö. VIII. binyıl başlarına tarihlenmektedir. Buradaki hayvan ekonomisi, bir yıllık erkek keçilerin yoğun bir şekilde itlaf (culling) edilerek sürünün evcilleştirme öncesi yönetimine odaklanmıştı. Ganj Dareh keçilerinin yabani fenotipi (dış yapı), bu yönetim tekniğinin sürüdeki agresif yetişkin erkeklerin sayısını azaltmak için tasarlandığını göstermektedir. Ağıla alınan koyun ve keçi sürülerindeki genç erkeklerin itlafı, evcilleştirme tekniklerinde artan standardizasyonu yansıtıyordu. Uygulama, “Bereketli Hilal” olarak bilinen bölgede M.Ö. VIII. binyıl sonlarına kadar devam etti.

Genç erkek koyun ve keçilerin itlafına ilişkin biyometrik kanıtlar, M.Ö. VIII. binyıl sonlarında (örneklem boyutları küçük olsa da) Çatalhöyük’te de belirgindir. Uygulama, M.Ö. 7.000’den sonraki koyunlar için biyometrik verilerde daha açık bir şekilde temsil edilmektedir. İtlaf yöntemi, M.Ö. VII. binyıl sonlarında ve VI. binyıl başlarında Köşk Höyük’teki (Niğde) koyun ve keçiler için de açıkça uygulanmıştır. Arkeolog Joris Peters ve arkadaşlarına göre, dağılımdaki olumlu sapmalar (skewness), genç erkek itlafının, M.Ö. VII. binyılda Anadolu’da batıya doğru yayılan ve nerdeyse tüm çobanlar tarafından kullanılan baskın bir yönetim stratejisi olduğunu göstermektedir. Bademağacı (Antalya) ve Höyücek (Burdur) dâhil olmak üzere Göller Bölgesi’ndeki en erken Neolitik yerleşimlerde; Batı Anadolu’daki Ulucak (İzmir) ve kuzeybatı Anadolu’daki Ilıpınar (Bursa) höyüklerinde uygulamanın izlerine rastlanır.

Sürüdeki çok genç erkeklerin tercihli itlafı, insan manipülasyonunun muhtemelen en belirgin işretidir ve avcı-toplayıcılardaki avcı-av etkileşimlerinin tipik bir örneği değildir. Bu, avcılıktan çobanlığa ve barbarlıktan uygarlığa giden yolun taşlarını döşeyen yeni ve sıra dışı bir stratejidir; insan yönetim tecrübesinin başlangıcıdır.

Ağılda doğan ve yetiştirilen, itlaf uygulamasına tanıklık eden hayvanlarda, yabani akranlarına nazaran önemli davranışsal ve fizyolojik değişimler meydana geleceği açıktır. Vücutları küçülecek; beslenme ve çiftleşme ihtiyaçlarını kendi başlarına karşılayamayacaklar; esaret koşulları onlar için “normal” hâle gelecektir. Hayvanların ağıllarda kuru ve yaş yemlerle beslenmesi, bu normalin tesisi açısından zorunludur.

Yemleme (foddering) kanıtları, öncelikle izotop çalışmalarından gelmektedir. Nevali Çori yerleşimindeki koyun, keçi ve domuzlarda saptanan yüksek azot değerleri, antropolog Sandra Lösch ve arkadaşları tarafından bilinçli yemlemeyi temsil edebilecek bir değişim olarak yorumlanmıştır. Keza, Abu Gosh (İsrail) yerleşiminden alınan izotop kanıtları, keçilerin M.Ö. 8.000 gibi erken bir tarihte yemle beslendiğini göstermektedir. Aşıklı’da, koyun dişlerindeki karbon ve azot-kararlı (stable) izotop değerlerindeki sınırlı varyasyon aralığı, arkeolog Jessica A. Pearson ve arkadaşları tarafından sürülerin açıkta güdülmek yerine yoğun bir şekilde kısıtlı alanlarda tutulduğunu öne sürmek için kullanılmıştır.

Ancak bir “sorun” vardı: İlk kez ağıla kapatılan yabani hayvanlara nazaran esaret koşullarında yaşamaya daha iyi adapte olmuş ikinci nesil sürüler (ağılda doğanlar), doğurganlık ve et verimi anlamında sonraki nesillerin çok gerisindeydi. Doğum mevsimselliğine ilişkin olarak Tell Halula (Suriye) yerleşiminde yapılan izotopik analizler, evcil koyunların M.Ö. VIII. binyılda hâlâ mevsimsel ve yabani tip bir üreme programını sürdürdüğünü göstermektedir. Keza, Çatalhöyük’teki evcil keçi doğumları, M.Ö. VII. binyılda bile hâlâ bahar aylarıyla sınırlıydı. Ağılda hayvan beslemek, evcilleştirmenin başarısı açısından pratik olsa da verimlilik anlamında makul görünmüyordu.

Hayvan Özgürlüğü: Serbest Dolaşım

Sorun, sürülerin araziye çıkarılması ve böylece dolaşım alanının genişletilmesiyle aşıldı. Hayvan otlatma pratiğini teyit eden göçebe çobanlığın (pastoral nomadism) M.Ö. VII. binyıla tarihlenen ilk kanıtları, İran’ın batısındaki Ali Kosh ve Tepe Tula’i höyüklerinde bulundu. Sürülerdeki çok genç keçi oranındaki düşüş ve avlanan bozkır canlılarındaki ciddi artış, ağıllar yerine yerleşimden uzakta bulunan çoban kamplarının kullanıldığını gösteriyordu. Keza, çiçek ve fauna kanıtları, Ali Kosh çobanlarının yerleşimi çevreleyen Deh Luran ovasında keçilerini otlattıklarını öne sürmemize imkân vermektedir. Bütün gün burada yayılan oğlakların, yabani akranlarının aksine akşam olunca koşarak ve neşeyle ağıla doluşmaları, insan türü adına devrimsel nitelikte bir başarıdır.

Aşıklı halkı da zamanla şiddete dayalı sürü yönetiminden serbest dolaşıma geçti. Yerleşimin ilk katmanlarındaki buluntularda saptanan yara ve doku hasarlarının, yukarı katmanlara doğru belirgin biçimde azalması, artan hareketlilikle birlikte eklem sağlığındaki gelişmelere işaret etmektedir. Düşükler ve ölü doğumlardaki azalış da artan sürü hareketliliği ile ilgili olmalıdır. Serbest dolaşıma geçişin bir diğer kanıtı, itlaf edilen genç erkek keçi oranındaki anlamlı düşüştür: İlk katmanlarda, tüm erkeklerin yaklaşık %60’ı yedi aylık olmadan öldürülürken yukarı katmanlarda hem erkeklerin hem de dişilerin çoğunluğu (yaklaşık %80) yedi yaşından fazla yaşamıştı.

Endüstriyel hayvancılıkta da genel kabul gören “serbest dolaşım” ilkesi, hayvanların günün tamamında veya bir bölümünde geniş ve açık alanlarda dolaşmasına izin verilmesidir. Literatürde, hayvanların vahşi doğadaki –insan müdahalesinden uzak– durumlarını ifade etmek için serbest dolaşım (free-ranging) terimi kullanılır. Serbest dolaşım, özgürlükle yakın ilişkisinin yanı sıra toplumsal üretimin artırılması için de önemli bir ön koşuldur. Serbest dolaşmanın, hayvanlar için yüksek yaşam kalitesi (daha az stres, daha fazla egzersiz ve doğal duruma daha çok yaklaşma) sağlarken insanlar için de daha kaliteli gıda (et, süt, yumurta) anlamına geldiği şeklinde nerdeyse küresel bir inanış vardır.


Tavuklar ne kadar “serbest” dolaşırsa et ve yumurtaları da o kadar lezzetli olacaktır.

Bu inanışın en popüler örneği “gezen tavuk” konseptidir: Tavuklar dar tel kafeslerde değil çitle çevrili açık alanlarda gezinerek beslenirler. Kümes ya da kafes dışı mekâna bir miktar erişimi olan tavukların et ve yumurtaları “gezen tavuk” vb. etiketler altında piyasaya sürülür. Bununla birlikte, dış mekânda geçirilen süre ve mekânın türü (çakıl, çim) değişkenlik gösterir.

M.Ö. 6.000 civarında Uzakdoğu Asya’da, kırmızı orman kuşundan (Gallus domesticus) evcilleştirildiği tahmin edilen tavuklar, son derece sosyal hayvanlardır ve çiftlik bahçesinde “kıdem sırası” (pecking order) olarak adlandırılan bir hiyerarşi geliştirirler. Her tavuk, yiyecek teknesinde veya başka bir yerde, kıdem sırasında önde olanlara boyun eğer ve alttakilere göre öncelik sahibidir. Tavukların açık alanlarda diğer kuşlarla oynadıkları, koştukları, güreştikleri ve birbirleriyle eğlendikleri gözlenir.

Keza, tüm süt ve besi inekleri, dışarıya bir miktar erişim ve değişen miktarlarda serbest dolaşım süreleri altında yetiştirilir. İnekler taze çimlerde otlamaktan, arkadaşlarıyla ve aileleriyle oynamaktan hoşlanırlar. Koyun ve keçiler, serbest dolaşım stratejisinin tetikleyicileri olmalarına karşın bundan en az faydalanan evcil hayvan grubudur. Bu ikili, dağlama, kuyruk kesme, rahatsız edici kırkma, insanlık dışı kesim ve kötü ulaşım gibi pek çok zalimce uygulamaya hâlâ maruz durumdadır. Kuşkusuz bunda et ve süt değerlerinin –endüstriyel anlamda– büyükbaş hayvanlara göre düşük olması da etkilidir.

Serbest dolaşım, “doğal ürün” arayışı yanında çiftlik hayvanlarının yetiştirildiği koşulları önemseyen tüketicilerin artan etik taleplerine hitap eder. Bunu yaparken, ironik biçimde genel uygulamanın bunun tersi olduğu ve tavukların hâlâ esaret koşullarında yumurta vermeye zorlandığı gerçeğini de ifşa eder. Özellikle dış mekânda geçirilen süre ve gezinti mekânının asgari koşullarının gıda otoriteleri tarafından belirsiz bırakılması, üreticilere geniş bir “serbest dolaşım” alanı bırakmaktadır. Günlük kullanımda “serbest dolaşım”, açık havada, özellikle biyolojik ihtiyaçlarına uygun tarla ve otlaklarda özgürce dolaşan hayvanları ifade etse de örneğin gezen tavuk etiketi, yumurta endüstrisi için tamamen farklı bir şey ifade eder. Hemen her yıl, bu tür etiketlerin tüketiciyi aldatmak dışında bir amacı olmadığını gösteren çok sayıda tespit ve gözlem yayımlanmaktadır.

Büyük ölçekli kafessiz çiftliklerdeki tavuklar, standart yumurta üretim çiftliklerindeki akranları gibi kafeslerde tutulmaz. Ancak aradaki fark bundan fazlası değildir. Örneğin gezen tavukların da gagaları kesilir. İlk olarak 1940’larda San Diego’da (Kaliforniya, ABD) başlayan gaga kesimi (debeaking), başlangıçta tavukların üst gagalarının kaynak makinesiyle yakılmasından ibaretti. Ardından modifiye edilmiş bir havya (lehim aleti) bu kaba tekniğin yerini aldı. Günümüzde, özel olarak tasarlanmış sıcak bıçaklı giyotin benzeri cihazlar aynı işi görmektedir: Civcivin gagası âlete sokulur ve sıcak bıçak gaganın ucunu keser. Akut ve kronik ağrılara, beslenme davranışında bozukluklara ve burun deliği yanmalarına neden olan bu uygulamanın gerekçesi, tavukların birbirlerine zarar vermelerini ve yamyamlık (cannibalism) yapmalarını önlemektir. Çünkü barınaklarında nerdeyse yapışık vaziyette yaşamaktadırlar; yemlik, suluk ve follukları yetersizdir. Tüy gagalama ve yamyamlık, esasen tavukların doğal bir eğilimi olmayıp, endüstriyel tavuk üreticilerinin onları maruz bıraktığı stres ve izdihamın sonucudur.

Gezen tavuklar da kafeslerdeki akranları gibi akciğer lezyonlarından ve amonyak yanıklarından; idrar ve dışkı kaplı zeminlere temas etmekten kaynaklanan göğüs kabarcıklarından mustariptir. Yumurtlamayan ve etlerinin kârlı bir şekilde değerlendirilmesinin mümkün olmadığı erkek civcivler, genellikle canlı olarak öğütülmek veya boğulmak suretiyle itlaf edilir. Birçok tavuk, hâlâ canlı hâldeyken tüy alma tanklarının kaynar suyuna batırılır.

Gezen tavuklarla ilgili olarak gıda otoritelerinin üreticiye bahşettiği bir diğer serbest dolaşım(!) alanı, hareketin “geçici olarak” sınırlanmasına imkân veren düzenlemelerdir. Örneğin ABD Tarım Bakanlığı, kümes hayvanlarının hareketinin “sağlık, güvenlik, hayvanın üretim aşaması veya toprak veya su kalitesini korumak için” geçici olarak sınırlandırılabileceğini kabul etmiştir. Birçok “serbest dolaşım” ya da “kafessiz” (cage-free) etiketine sahip yumurta çiftliği, tavukların dışarı çıkmasına neredeyse hiç izin vermeyerek bu boşluktan tam olarak yararlanmaktadır.

Serbest dolaşıma izin verildiği senaryoda da durum esasen sınırlama koşullarından çok farklı değildir. Sertifikalarda yazılı talimatların aksine, ne yumurta ne de et için yetiştirilen tavuklar dışarıda vakit geçirmektedir. Çünkü bu tavuklar, genetik anlamda “obez” büyüyecek şekilde yetiştirilmiş ve uyuşturulmuşlardır. “Serbest dolaşan” olarak etiketlenen tavukların çoğunun asla dışarı çıkmadığını doğrulayan Washington Eyalet Üniversitesi’nden çiftlik uzmanı Terry Swagerty’e göre, bu tavuklar “hareketlilik için değil yiyecek tıkınmak için” yetiştirilmişlerdir. Ulusal Tavuk Konseyi sözcüsü Richard Lobb, nadir görülen bir samimiyet anında durumu şöyle açıklar: “Serbest dolaşan etiketine sahip bir çiftliğe gittiğinizde meralarda koşuşturan bir grup tavuk görmeyi umuyorsanız kendinizi kandırıyorsunuz demektir.”

Gezen tavuk konseptinin üreticiye sağladığı bir diğer avantaj(!), onların büyük, kapalı sürüler hâlinde hapsedilmesine ve burada yedi hafta içinde kesim ağırlığına ulaşmalarına imkân vermesidir. Kesim ağırlığına ulaşma süresi, tavuk endüstrisinin daha hızlı büyümeyi sağlayacak şekilde gelişmediği 1925’ten önce 16 haftaydı. Bugün gelişme o kadar hızlıdır ki tavukların kalpleri, akciğerleri ve bacakları çoğu zaman vücut ağırlıklarını destekleyemez durumdadır. Sonuç, tavukların yaklaşık %5’inin kesimhaneye ulaşamadan çiftlikte ölmesidir. EarthSave kurucusu John Robbins’in Gıda Devrimi (The Food Revolution: How Your Diet Can Help Save Your Life And Our World) adlı kitabında bildirdiğine göre, endüstriyel tavuk çiftliklerindeki piliçler arasında “körlük, böbrek hasarı, kemik ve kas zayıflığı, beyin hasarı, felç, iç kanama, anemi ve cinsel gelişim bozukluğu” yaygın biçimde gözlenmektedir.

Hayvan sağlığı konusunda artan tüketici bilincine yanıt olarak alınan tedbirlerin, nerdeyse her defasında toplumsal talebin aksine düzenlemeler içermesi anlamlıdır. Örneğin yumurta endüstrisinin ABD’deki çatı örgütü olan “Birleşik Yumurta Üreticileri” (United Egg Producers-UEP), hayvan sağlığı ile ilgili artan tepkileri dindirmek amacıyla yumurta kolilerine “Hayvan Bakımı Sertifikalı” (Animal Care Certified) etiketleri yapıştırmaya başladı. Bu sözde sertifika, üreticinin tavukların gagalarını kesmesine, altı ya da yedi tavuğu kanatlarının bir tekini bile açamayacakları küçük kafeslere tıkıştırmasına ve onları 100.000’in üzerinde tavukla birlikte barakalarda tutmalarına izin vermekteydi. Washington DC merkezli bir hayvan hakları grubu olan “Öldürmeye Karşı Merhamet” (Compassion Over Killing), 2003 yılında Federal Ticaret Komisyonu’na yaptığı başvuruyla bu sertifikanın kaldırılmasını sağladı. Buna karşılık UEP, 2006 yılında “UEP Sertifikalı: Birleşik Yumurta Üreticilerinin Hayvancılık Yönergelerine Uygun Olarak Üretilmiştir” yazan yeni bir etiket kullanmaya başladı. Tavuklara aynı korkunç muamelelerin yapılmasına izin veren bu etiket de önceki gibi yanıltıcıdır.

Gezen tavuk çiftliklerindeki işçilerin çalışma koşulları da esasen tavuklarınkinden farklı değildir. ABD tavukçuluk sektöründeki işçiler, genellikle Latin kökenli, siyahî, yerli ya da sosyal olarak dışlanmış durumdaki bireylerden oluşur. Bu işçiler, uyrukları ya da sosyal statüleri nedeniyle kirli, zor ve tehlikeli işlerde kolayca ve güvencesiz biçimde istihdam edilirler. Ağırlıklı olarak Beyazlardan oluşan tavuk üreticilerinin çoğu, Tyson Foods ve Pilgrim’s Pride gibi büyük gıda şirketlerinin tarafı olduğu –tarımdaki– yarıcılığa benzer orantısız sözleşmeler altında çalışır.

Besi ve süt inekleri de benzer koşullarda insan beslenmesine katkıda bulunurlar. Sözde organik çiftliklerdeki inekler, endüstriyel süt çiftliklerindeki akranlarıyla aynı koşullarda, kalabalık ahırlarda kendi atıklarına batmış vaziyette tutulur. Onlar da her yıl “suni dölleme” işlemine maruz kalır ve buzağılar doğumdan hemen sonra annelerinden ayrılır. Organik ya da “serbest dolaşan” etiketli çiftliklerdeki hayvanlar, genellikle geleneksel çiftliklerdeki hayvanlarla aynı zalimce uygulamalara (boynuz çıkarma ve ağrı kesici kullanmadan hadım etme, sıcak demirlerle damgalama gibi) katlanmak zorundadır. Çiftlik hayvanlarının kesimi ayrı bir sorunsaldır ve yasal düzenlemeler büyük ölçekli endüstriyel besiciler lehindedir. Bilim felsefesi ve özgürlük alanındaki yayınlarıyla tanınan Victoria N. Alexander’ın aktardığı anekdot öğreticidir:

“Eski günlerde, seyyar bir kasap mobil bir ünite ile küçük bir çiftliğe gelebilirdi. Ancak bu uygulama (Big Ag dostu düzenlemeler sayesinde) artık yasa dışıdır; bu da tüm hayvanları korkunç koşullar altında, duygularına bakılmaksızın öldürüldükleri endüstriyel mezbahalara gönderilmeye zorlar. Bu ikilemi, kutsal bayram günlerine hazırlanmak için dinlerinin öngördüğü yöntem olan insanî kesim konusunda deneyimli yeni göç etmiş Müslüman komşularla pazarlık ederek gideriyoruz.”

Çiftlik hayvanları, sefil yaşamlarının sonunda genellikle yiyecek, su veya dinlenme olmaksızın endüstriyel besi çiftlikleri tarafından kullanılan mezbahalara kamyonlarla taşınır. Orada, genellikle hâlâ bilinçleri yerindeyken baş aşağı asılırlar ve boğazları kesilir. Onlar için serbest dolaşım hakkı mezbahanın kapısına kadardır.

Serbest dolaşımın üreticilere (ve nihayet tüketiciye) yansıyan yönü ise hayvan sağlığı alanındaki –bazıları yasal olarak zorunlu– yüksek maliyetli yatırımlardır. Serbest dolaşan hayvanlar, bazı bakteri, virüs ve parazitlerin neden olduğu enfeksiyon (tavuk/sığır vebası, iç ve dış parazitler, Salmonella vb.) riskine maruzdur. Hayvanların hastalıklara karşı doğal savunmalarının güçlendirilmesi zorunluluğu, özellikle bulaşmaya (contamination) karşı artan biyogüvenlik önlemleri demektir. Bu önlemler, böcek kaynaklı ürünler, probiyotikler ve prebiyotikler gibi yeni diyet bileşenleriyle beslenme araçları yanında, fitoterapi ve aromaterapi gibi antibiyotik ve pestisitlere alternatif olarak geliştirilen koruyucu ve iyileştirici ilaç ve aşıları kapsar. Özetle, serbest dolaşım, hayvan sağlığı alanında geniş bir klinik çözümler piyasasının gelişimini de desteklemektedir.

Hayvan Refahı ve Neoliberal Sınırlar

Serbest dolaşımın bir pazarlama tekniğine dönüşmesi, kuşkusuz piyasa ekonomisi adına önemli bir başarıdır. Sözde hayvan refahını amaçlayan uygulamaların gösterdiği gibi, serbest dolaşım, ancak yatırımcıların kâr beklentilerine olumlu yanıt verdiği senaryoda onaylanır. Ana akım siyaseti sağdan sola istila eden Neoliberal öğretilerin, bu konuda tür ayrımı (insan-hayvan) yapmayışı anlamlıdır. Bu ayrımsızlık, bir taraftan yediğimiz gıda ile ilişkimizi karmaşık ve derin hâle getirirken diğer taraftan diyalektik biçimde, ağıla ya da kümese kapattığımız hayvanlardan daha “etik” olmadığımızı ima etmektedir.

Avcı-toplayıcı düzende, insanlar kendilerini diğer hayvanlardan –ontolojik anlamda– ayırt etmezken, evcilleştirme ile başlayan ve Neoliberal düzende kemalini bulan endüstriyel hayvancılık, insanı ekosistemdeki en ölümcül yırtıcılardan biri hâline getirdi. Bu düzende etik olan, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı tanımlayan sözleşme ve yasalara uymaktır; uygun etiketleme izinleri için sunulması gereken kontrol listelerini doldurmaktır. Böyle bir etik anlayış, “doğayla birlikte” çalışmaktan ziyade doğayı kontrol etmeye dayalı teknolojilere odaklanmakta; V.N. Alexander’in saptadığı gibi, “doğanın akıllı (intelligent) olmadığını varsaymaktadır.” Buna karşılık, hayvanların da acı çektikleri, korktukları ve ölmek istemedikleri gerçeğini yok saymaktadır.

Kendi hayatlarından sorumlu olacakları şekilde serbestlik tanındığı senaryoda, hayvanların, öğrenilmiş deneyimler üzerinden bulundukları zaman ve mekâna uyarlanmalarını sağlayacak bir “kültür” geliştirdikleri görülmektedir. Dolayısıyla, çoğu hayvanın, sonraki nesillere aktarılan ve bir ekosistemin maddî ve gayri maddî yapısının bir parçası hâline gelen bir tür kültüre sahip olduğunu varsaymak, hayvancılık uygulamaları açısından daha etik ve akıllı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, evcilleştirilmiş ekosistemdeki hayvanların kendi başlarının çaresine bakmalarına izin verir. Çiftçi, bir takım maddî muhafazalar ve kolaylaştırıcı kısıtlamalar tesis ederken, onları hayvanların kendilerine ve birbirlerine yardım etmesini sağlayacak şekilde tasarlar. Bu yaklaşım, başlıca iki etik ilkeye dayanır: (1) İhtiyacınız olandan fazlasını yemeyin, (2) hayatları boşa harcamayın.

Etik olan, hayvansal ürünleri kısmen ya da tamamen terk etmek değildir. Vegan ya da vejetaryen beslenme takdire değer olsa da insanların rızıklarını bulabildikleri her kaynaktan uygun yollarla sağlayabilmeleri gerektiği inancını korumalıyız. İnsanlara nasıl yaşamaları ya da ne yeme(me)leri gerektiğini söylemek gibi bir moral ayrıcalığa sahip değiliz. Çevre etiği ve hayvan refahı üzerine çalışmalarıyla tanınan Jennifer Everett’in muzip sorusu, böyle bir eğilimin son haddindeki absürtlüğü ortaya koyar: “Yediğimiz tavuklar moral alana dâhil edilmeliyse tilki tarafından yenen tavşan ne olacak? Bir laboratuvar faresine yaptığımız muamele moral açıdan önemliyse şahinin bir tarla faresine yaptığı muamele neden önemli olmasın?”

Bir canlının başka bir canlının besin zincirinde yer alması, ahlakî kayda değerliğin (considerability) kapsamı dışında kalmalıdır. Bu anlamda et, insan diyetinin evrimsel bir parçası olarak en iyi ihtimalle ehven-i şerdir; katlanılması gereken bir kötülüktür. İnsan, yoğun bir emek ve mesai gerektiren evcilleştirme ile gıda arayışına (foraging) dayalı avcılık aşamasından gıda üretimine geçmiş; doğadaki canlıları bir tür üretim aracına dönüştürerek onları tarihsel sürecin parçası hâline getirmiştir. Marx bu dönüşümü şöyle özetler:

“İnsanlık tarihinin başlangıcında, işlenmiş taş, tahta, kemik ve deniz kabuğu ile birlikte, evcilleştirilmiş, yani kendileri de emek harcanarak değiştirilmiş, yetiştirilmiş hayvanlar, emek araçları olarak başrolü oynar.”

Tarihsel ilerlemenin ve toplumsal yeniden üretimin bu sessiz özneleri, günümüzde piyasa ekonomisinin teşvik ettiği kâr hırsının nesneleri durumundadır. Hâl böyle iken “hayvan refahı” ve benzeri yaklaşımların hiçbirinin kapitalizmi sosyal ya da tarihsel bağlamda sorunsallaştırmadığı görülür. Bu tür yaklaşımların savunucuları, hayvancılık konusuna salt ahlakî açıdan yaklaşmakla, onu idealist-metafizik bir çerçevede tartışma eğilimindedir.

Bunlardan en ünlüsü, ahlâk felsefecisi Peter Singer’dir. Onun 1975 tarihli popüler kitabının adı olan Hayvan Özgürlüğü (Animal Liberation), aynı zamanda hayvanları insan baskısından kurtarmayı öneren bir sosyal hareketin genel adıdır. Günümüzde hayvan özgürlüğü, “hayvan refahı”, “hayvan hakları” ve “hayvan köleliği karşıtlığı” kavramlarını içeren bir şemsiye terimdir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşan hayvan refahı kavramı, kabaca, “genel olarak hayvanların insan yararına kullanımını kabul ederken onların acılarının asgariye indirilmesi” gereğini ifade eder. Önemli olan, canlıların çıkarlarını eşit derecede gözetecek toplumsal davranış kalıpları üretebilmektir.

Hayvan refahı savunuculuğunun tam da taraftar bulduğu ve etkisinin arttığı bir dönemde, küresel hayvan sömürüsünün de hız kazanmış olması anlamlıdır. Sofralarımız için yetiştirilen omurgalı hayvanların toplam zookütlesi, tüm yabani omurgalılarınkinin 25 katıdır. Dünyada herhangi bir zamanda yaklaşık 19 milyar tavuk, 1,7 milyar sığır (mandalar dâhil) ve 900 milyon domuz vardır. Yok denecek kadar az sayıdaki fil, gergedan, kutup ayısı, kaplan ve ceylan popülasyonuyla karşılaştırıldığında bu sayılar dramatik ölçüde büyüktür. Hayvancılık, balık hariç küresel tarımın toplam değerinin %40’ını oluşturmaktadır. Tyson Foods örneği, “küresel olanın aynı zamanda parasal olduğu” gerçeğini işaretlemesi açısından öğreticidir.

Tyson Foods (Arkansas, ABD), yıllık 53.2 milyar dolarlık brüt geliriyle (2022) –JBS Brazil’in ardından– dünyanın en büyük ikinci et üreticisidir. Günde 6 milyon tavuk, 48.000 domuz ve 30.000 sığır kesen şirket, Walmart, IGA ve Krogers dâhil olmak üzere ABD’nin en büyük marketlerine ve önde gelen fastfood zincirlerine (McDonald’s, KFC, Taco Bell, Wendy’s ve Burger King) et tedarik etmektedir. ABD siyasetindeki para hareketlerini izleyen Open Secrets verilerine göre, Tyson Foods ve ortakları, sadece 2023 yılında Cumhuriyetçi ve Demokrat siyasetçilere 470.836 dolar gibi nispeten mütevazı bir katkı sağlarken ilgili mevzuat ve düzenlemeleri etkilemek amacıyla Kuzey Amerikan Et Enstitüsü ve Ulusal Sığır Yetiştiricileri Birliği gibi sektörel lobilere 2.050.000 dolar ödemiştir.

Büyük resmin küçük bir parçasına ait ABD menşeli veriler bile hayvan sömürüsünün salt ahlakî çağrılarla ya da hukukî-politik baskılarla önlenemeyeceğini göstermeye yeterlidir. Hem evcil hem de yabani hayvanları astronomik sayılarda öldüren ve çevreyi insanlar için giderek daha yaşanmaz hâle getiren bir endüstriyi kısıtlamak ve nihayetinde sona erdirmek için ahlakî çağrılardan daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Endüstriyel hayvancılık, kârın emek pahasına maksimize edilmesi (işçileri hemen her yerde en düşük ücret alanlar arasındadır) adına en başarılı sektördür. Bu sektör, kârları özelleştirirken maliyetleri sosyalleştiren (veya dışsallaştıran) bir endüstrinin tipik bir örneğidir. Şirketler her türlü hayvansal ürünün satışı yoluyla büyük kazançlar elde ederken halk, üretim maliyetlerinin çoğunu kirli veya tükenmiş su kaynakları, biyolojik çeşitlilik kaybı, kötü hijyen ve gittikçe ısınan bir gezegen şeklinde ödemektedir. Böyle giderse bir kamu desteği olmadan hayvansal gıdalar çoğu insan için aşırı derecede pahalı hatta erişilmez olacaktır.

Sosyalist Bir Çıkış İmkânı

Konuya salt moral bir perspektiften yaklaşan hayvan refahı savunucularının genellikle gözden kaçırdığı (ya da görmezden geldiği) gerçek şudur: Hayvanları sömürüden ya da erken ölümden korumakla ilgilenen herhangi bir sivil girişim, özde emeğe karşı yapılanmış muazzam bir ekonomik ve politik güçle yüzleşmek zorundadır. Deneyimler, bu güce yönelen ahlakî, hukukî ya da politik ajitasyonun, hemen her defasında yeni bir etiket/sertifika oyunu üzerinden geri püskürtüldüğünü göstermektedir. Sadece bu umutsuz gerçeklik bile endüstriyel hayvancılığın kamulaştırılmasını zorunlu kılar. Toplumsal üretimi, azınlığın kâr hırsına değil çoğunluğun ihtiyaçlarına göre düzenlemenin en etkili yolu, üretim araçlarının kolektif mülkiyetidir. Endüstriyel hayvancılık, bu anlamda sosyalizmin hedefindeki ilk sektörlerden biri olmalıdır.

Kuşkusuz sosyalist bir müdahale meydan okumalardan uzak değildir. Evcilleştirme sürecindeki bireysel emek yoğunluğu ve göçebe çobanlığın hareketli doğası, hayvan sürülerinin kolektif mülkiyete nadiren konu olduğu bir tarihsel süreci işaretler. Yine de insan atalarımızın, toplumsal varlıklarını toprak ve av sahaları üzerindeki “komünal” mülkiyet ilişkileri üzerinden yeniden üretmiş olmaları önemli bir çıkış noktası olabilir. Göçebe çobanlık koşulları, sürüler üzerinde kolektif mülkiyete izin vermemiş görünse de onları birer üretim aracına dönüştüren kapitalist üretim ilişkileri sosyalist bir müdahale olmaksızın aşılamaz. Artan dünya nüfusu, ancak kamusal-insanî ihtiyaçları özel-açgözlü çıkarlara üstün tutarak beslenebilir.

Hayvan refahının bozulmasına yol açan başlıca faktör, kapitalist gelişmeyle birlikte doğa-hayvan-insan diyalektiğini yeni bir düzeye taşıyan sermayeye içkin “metalaşma” sürecidir. Buna karşın tarihsel olarak eski Doğu Bloku ülkelerinde ve Çin’de yoğunlaşan sosyalist deneyimlerde, hayvan refahının esaslı bir gündem maddesi olmadığını not etmeliyiz. Bu durum, yukarıda özetlediğimiz etik çerçevede yürütülecek sosyalist bir hayvancılık politikasının imkânlarının araştırılmasını da zorunlu kılar.

Marksist kuramın böyle bir araştırmaya izin verip vermediği, eş deyişle “ekososyal” eleştiri için uygun bir çerçeve sağlayıp sağlamadığı, son yıllarda yoğunlaşan ekolojik sorunlar eşliğinde yeterince tartışılmıştır. Tartışmalar, Marx’ın tamamen ekoloji karşıtı olduğunu ve toplumsal-ekolojik bakış açısının “Stalinist” pratiklerle örtüştüğünü iddia etmekten, Marx ve Engels’in, “çevre sorunlarının yeterli bir şekilde anlaşılması için bugün gerekli olan türden bir bilim geliştiren tek yazarlar” olduğunu iddia etmeye kadar uzanmaktadır.

Marx, bazı postmodern yazarlar (örneğin sosyolog Ted Benton, düşünür-aktivist Steven Best, hayvan etiği uzmanı David Sztybel) tarafından, özellikle 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe başlığı altında toplanan yazılarındaki “insan-hayvan” ayrımından hareketle, “türcü” (speciesist) ya da “insan merkezci” (anthropocentric) olmakla eleştirilmiş; hayvanlar pahasına insanın özgürleşmesini radikal bir şekilde desteklediği iddia edilmiştir. Onlara göre Marx, insanlar ve hayvanlar arasında aşılamaz ve uzlaşmaz bir kavramsal ve politik uyumsuzluk varsaymakta; hayvan refahı hakkında olumsuz yorumlar yapmaktadır.

Marx’ın, Kapital’in ilk cildinde hayvan refahı kavramını dolaylı yoldan eleştirir gibi göründüğü doğrudur. Burada, 1859-60 Londra inşaat işçileri grevinin bir manifestosuna atfen, bir işçinin işgününü dokuz saate indirmesi için patrona yaptığı başvuruyu aktarır: “Örnek bir yurttaş olabilirsin, belki de Hayvanları Koruma Derneği [RSPCA] üyesisindir ve hatta dindarlığınla da tanınıyorsundur; fakat senin bana karşı temsil ettiğin şeyin göğsünde kalp yoktur. Onda atar gibi görünen şey, benim kendi kalbimin atışıdır. Diğer her satıcı gibi metaının değerini istediğim için, normal bir işgünü talep ediyorum.”

RSPCA’ya yapılan göndermenin, burjuva ikiyüzlülüğünün iğneleyici bir eleştirisi olduğu açıktır. Sorun, hayvanların acı çekmesinin sadece burjuvaziyi ilgilendiren bir konu olması değil, hayvan refahıyla ilgilenir görünen bir kapitalistin çalışma saatleri söz konusu olduğunda sergilediği kayıtsızlığın doğruladığı insan-hayvan ikiliğinin doğası gereği ikiyüzlü ve ironik olmasıdır.

Komünist Manifesto’nun –diğer sosyalist akımlara yönelik eleştirileri içeren– üçüncü bölümünde, Marx ve Engels, “burjuva sosyalistleri” olarak gördükleri grupların kısa bir listesini çıkarırlar: “İktisatçılar, insanseverler, insanlıkçılar, işçi sınıfının durumunu iyileştiriciler, hayır işleri örgütleyicileri, hayvanlara eziyet edilmesini önleme derneklerinin [RSPCA] üyeleri, ılımlılık bağnazları, akla gelebilecek her türden gizli reformcular bu kesime girerler.”

Keza, burada da sosyal reformistlere ya da “mevcut toplumu isteyen ama onu devrimcileştiren ve çözüştüren öğelerden temizlenmiş olarak” isteyenlere yönelen bir eleştirinin varlığı açıktır. Marx ve Engels tarafından yorumlandığı şekliyle hayvan refahı doğası gereği reformisttir; çünkü amaç mevcut sosyal koşulları ve sosyal yapıyı korurken sosyal ilişkileri belirsiz bir şekilde değiştirmek veya “modern toplumsal koşulların bütün üstünlüklerini, buradan zorunlu olarak çıkan savaşımlar ve tehlikeler olmaksızın” istemektir.

Marx’ın erken dönemdeki El Yazmaları ile sonraki yapıtları diyalektik bir bütünlük içinde incelendiğinde, onun insana doğadan ve hayvanlar âleminden yalıtılmış olarak bakmadığı ortaya çıkar. Marx, insanı, hem bir tür hem de bir sosyal varlık olarak, doğa-hayvan-insan diyalektiği bağlamında analiz etmektedir. Eş deyişle, Marx’ın yapıtlarında izlenen insan-hayvan ilişkisi, dikotomik değil diyalektik bir ilişkidir. Lenin bu ilişkiyi şöyle açıklar:

“İnsan, tarihi bakımdan birbiri ardından gelen sosyal istihsal ve bunun sonucu olarak da dağıtım (tevzi) sistemi ile belirli muhtelif sosyal teşkilât şekilleri altında yaşadığından, işte bu sebeple, Marx insanı nebat ve hayvanların karşısına çıkarıyor.”

Özetle, hayvan refahı konusunda Marx’a (ve genel olarak Marksizme) yöneltilen eleştiriler, politik doğruculuk ve abartılı bir dil hassasiyetiyle malûl postmodern saplantıların, Marx’ın –bazen duygusuz görünen– üslubuyla çatışmasını yansıtır. Marx’ın El Yazmaları’nda insan-hayvan düalizmi üzerinden yaptığı açıklamaların çoğu ampirik olmaktan ziyade metaforiktir ve “hayvanların acil fiziksel ihtiyaçların egemenliği altında yaşadıklarını” iddia etmesi, onların ihtiyaçlarına saygı duyulmaması gerektiği anlamına gelmez. Keza, Marx’ın insanın emsalsizliğini, rasyonel, plânlı bir üretim kapasitesine sahip, düşünümsel ve yaratıcı bir emek olarak değerlendirmesini, insanların neden bir gün hayvanları özgür bırakma potansiyeline sahip olduklarının en yeterli açıklaması olarak görmek de mümkündür.

Sosyalist tarımın tarihsel olarak deneyimlenmiş en yüksek ve en ilerici örgütlenme modeli, –burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz– kolektif çiftlikler (kolhoz), makine-traktör istasyonları ve devlet çiftlikleri (sovhoz) üçlüsünden oluşan Sovyet (SSCB) tarım sistemidir. Üretim araçlarının mülkiyetinin devlet (kamu) ve kooperatiflere ait olduğu bu sistem, bir taraftan nüfusun gıda maddelerine olan ihtiyacının piyasa mekanizmalarına tâbi olmadan çok yönlü olarak karşılanmasını (gıda temeli) başarırken diğer yandan kitlesel tüketim maddeleri üreten gıda sanayii için hammadde (hammadde temeli) sağlamıştır. Stalin, bu ikili yapının sosyalizm açısından önemini şöyle açıklar:

“Sosyalist toplum, sanayi ve tarımda çalışanların üretici ve tüketici birliğidir. Eğer bu birliktelikte, sanayi, [kendisine] hammadde ve yiyecek sağlayan ve sanayi ürünlerini emen tarımla bağlantılı değilse, eğer sanayi ve tarım böylece tek bir ulusal-ekonomik bütün oluşturmuyorsa, sosyalizm diye bir şey olmayacaktır.”

Kolektif çiftlikler, üretimlerini güvence altına almak için harcadıkları üretim araçlarını (tohumluk, hayvanlar, yem, organik gübre vb.) genellikle ayni olarak, kendi sektörlerinde yeniden üreterek idame ettirirler. Kolektif çiftlikler, harcanan üretim araçlarının belli bir kısmını devlet ve kooperatif örgütlerinden yapılan satın almalarla (küçük ölçekli ekipmanlar, küçük motorlar, basit makineler, suni gübreler, damızlık, inşaat malzemeleri vb.) değiştirirler. Buna karşılık devlet çiftlikleri, tarımsal üretimin rasyonel örgütlenmesine, tarımsal ürünlerin yüksek verimine ve hayvancılık verimliliğine örnek teşkil eden, yüksek verimli çiftlikler hâline gelme kabiliyetine sahiptir.

Kuşkusuz Sovyet deneyimi tümüyle kusursuz değildi. 80’lerin başında, yem tabanının yetersizliğine karşın sürü büyüklüğünün (ortalama karkas ağırlığındaki azalış eşliğinde) sürekli artmasına izin veren politikaları eleştiren yazıların Sovyet basınında yer alması anlamlıdır. Batılı uzmanların dikkatini çekecek sıklıktaki bu eleştiriler, iktidarın zaman içinde yoğunlaşma ve yaratılan zenginliği tekelleştirme eğilimine işaret etmektedir. Bu tür eğilimlerin baskısı altındaki üretici, kendi varoluş koşulları –müteakiben üretim araçları ve çalışmalarının ürünleri– üzerinde tam kontrolü sağlayamaz. Sömürgeci eğilimlere karşı en etkili çözüm, “bütün iktidar Sovyetlere” sözüyle özetlenen yaygın bir güç dağılımının kurumsallaştırılmasıdır.

Sovyet deneyimi, kolektif karakterli bir hayvancılığın başat önceliğinin, nüfusun (tüketicinin değil) hayvansal gıda ihtiyacının optimal düzeyde karşılanması olduğunu göstermiştir. Lenin’in işaret ettiği gibi, “son tahlilde, tarımsal işletmelerin ekonomik örgütlenmesindeki tüm farklılıklar; teknikleri ve benzerleri, elde edilen verimle özetlenir.” Hayvancılık alanındaki ekonomik faaliyetlerin sonuçları da elde edilen et, süt, yün ve diğer hayvansal ürünlerin miktarında ifadesini bulmaktadır. Buradaki verimliliğin ölçütü, veri bir dönemde, nüfusun ihtiyaç duyacağı miktarda hayvansal ürünün en uygun koşullarda tedarik edilmesidir.

Yüksek kâr beklentisi, piyasa hâkimiyeti, yıkıcı rekabet, emek sömürüsü gibi kapitalist güdülerin –kuşkusuz tamamen yok edilemese de– baskı altında tutulduğu bu sistemin, hayvan refahı açısından da –tüketiciyi kandırmaya yönelik etiket oyunlarına nazaran– daha “insancıl” muamele koşullarını yaratacağı açıktır. Bu anlamda, hayvan refahı savunuculuğu ve sosyalizmin sıklıkla birbirinin karşıtı olarak takdim edilmesi yanıltıcıdır. İlkinin yer yer ırkçı ve/veya sınıfçı düşünce biçimlerine kayma ve insanî sorunları görmezden gelme eğiliminde olması, bir sosyalistin hayvanlar konusundaki endişeleri küçümsemesini haklı çıkarmaz. Duyan, hisseden, varoluştan zevk alabilen ve ölümden korkabilen tüm yaşam formları, dikkate alınmayı ve korunmayı hak eder. Gereksiz acı ve ıstıraba neden olmanın yanlışlığını kabul ediyorsak, bir tavuğa mı yoksa bir insana mı acı çektirildiği önemli olmamalıdır.

Kapitalist üretim ilişkileri dünyadaki açlığın sona ermesiyle sonuçlansaydı endüstriyel hayvancılığın şiddetli arka plânı –bir dereceye kadar– mazur görülebilirdi. Buna karşılık, nüfusu beslemenin en uygun yolunu gösteren sosyalist bir sistemde hayvanların istismarını haklı çıkarmaya devam edemeyiz. Sosyalizm, insanların kendi emeklerinin ürünleri üzerinde tam bir kontrol kurmalarına ve doğal kaynakları salt kâr için değil gerçek ihtiyaçların karşılanması için kullanmalarına yardımcı olacaksa hayvan refahı hareketinin içgörülerine de ihtiyaç duyacaktır. Üretim ilişkilerinde radikal bir dönüşümü hedeflemeyen hayvan refahı girişimleri ise “gezen tavuk” vb. kampanyalar üzerinden kapitalist sistemin limanına demirli kalacaktır.

Sonuç

Evcilleştirme, hayvanların üreme, barınma ve beslenmeleri üzerindeki sistematik insan kontrolünü ifade ettiği kadar benzer insanî ihtiyaçlar üzerindeki kontrolü de ifade eder. Devletin arkaik ve modern formları vasıtasıyla yürütülen bu kontrolün sınıfsal doğası, insan toplumlarının tarihine âdeta bir “marker” gibi nüfuz etmiştir: “Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” Arkeolojik çalışmalara konu olan hayvan itlaf kalıntıları ile insan toplu mezarları, aynı hikâyenin iki ayrı yönünü temsil eder.

Araştırmalar, şiddet ve serbest dolaşım kalıplarının tetiklediği seçilim baskılarının evcilleştirmenin başarısında etkili olduğunu göstermektedir. Yaklaşık on bin yıl önce tamamlanmış bir süreci damgalayan bu kalıpların bugün sevimli etiket ve sertifikalar altında sürdürülüyor olması anlamlıdır. Kâr maksimizasyonu söz konusu olduğunda, kapitalizm insan ve hayvan arasında kavramsal ve politik ayrımlar yapmama eğilimindedir.

Marksist kuramda ve modern tarihsel deneyimlerde, nüfusun gıda ihtiyacını hayvan refahı ile dengeleyen, yeterli sayı ve yoğunlukta işaretler mevcuttur. Geliştirilmeye elverişli bu işaretleri takip etmeyen sivil girişimlerin hayvan refahına katkısı, ürünler üzerine iliştirilen ve gittikçe çeşitlenen “gezen tavuk” tarzı etiketlerle sınırlıdır. Bu katkı, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin tahkimine hizmet edecek bir katkıdır. Bu alandaki çabalarımızın bizi –Komünist Manifesto’da eleştirilen– sosyal reformculuğa götürmesini istemiyorsak, üretim araçlarının koşulsuz kolektif mülkiyetini savunan bir sosyalist gündem geliştirmeliyiz.

Muhsin Altun

2 Nisan 2024

Kaynakça:

Alexander, V.N. (2021). Free-Range Humans: Permaculture Farming as a Biosemiosic Model for Political Organization. Y.H. Hendlin & J. Hope (Eds.), Food and Medicine: A Biosemiotic Perspective (115-137). Cham, CH: Springer.

Arbuckle, B.S. & Hammer, E.L. (2019). The Rise of Pastoralism in the Ancient Near East. Journal of Archaeological Research, 27(3): 391-449.

Benton, T. (1993). Natural relations: Ecology, animal rights and social justice. New York: Verso.

Best, S. (2006). Rethinking revolution: Animal liberation, human liberation, and the future of the Left. International Journal of Inclusive Democracy 2(3): 1-24

Eisenman, S.F. (2016). Socialism and Animal Liberation: A Necessary Synthesis. Animal Liberation (30.03.2024).

Everett, J. (2001). Environmental Ethics, Animal Welfarism, and the Problem of Predation: A Bambi Lover’s Respect for Nature. Ethics and the Environment, 6(1): 42-67.

Gray, K.R. (yy). Soviet Livestock Cycles with United States Comparisons (Final Report to National Council for Soviet and East European Research). North Texas State University. UCIS (30.03.2024).

Gunderson, R. (2011). Marx's Comments on Animal Welfare. Rethinking Marxism, 23(4): 543-548.

Kanatli, M. (2023). The Poverty of Animals: Towards a Marxist Theory of Animal Welfare. London, UK: Routledge.

Lenin, V.I. (1970). Halkçılığın İktisadi Muhtevası (Çev. Ş. Hulûsi). İstanbul: Payel.

Lösch, S., Grupe, G. & Peters, J. (2006). Stable isotopes and dietary adaptations in humans and animals at Pre-Pottery Neolithic Nevali Çori, Southeast Anatolia. American Journal of Physical Anthropology, 131: 181-193.

Marx, K. (1976). 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe (Çev. K. Somer). Ankara: Sol.

Marx, K. (2011). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi (C. 1) (Çev. M. Selik, N. Satlıgan). İstanbul: Yordam.

Marx, K. & Engels, F. (2011). Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri (Çev. M. Erdost). Ankara: Sol.

marxists.org (online). The Place and Role of Socialist Agriculture in the National Economy. MIA (30.03.2024).

Mele, J. (2019). Why Socialism and Animal Welfare Are Compatible? Current Affairs (30.03.2024).

New Roots Institute (2023). What is Free-Range Chicken and What Does Free-Range Really Mean? New Roots Institute (30.03.2024).

Ólafsson, B. (2023). What Does “Free-Range” Mean for the Animals? Sentient Media (30.03.2024).

Open Secrets (2024). Tyson Foods (Top Affiliates: Tyson Fresh Meats & Hillshire Brands Co.). Open Secrets (30.03.2024).

Özbaşaran, M. (2011). Re-starting at Aşıklı. Anatolia Antiqua, 19: 27-37. DOI.

Pearson, J. A., Buitenhuis, H., Hedges, R.E.M., Martin, L., Russell, N. & Twiss, K. (2007). New light on early caprine herding strategies from isotope analysis: a case study from Neolithic Anatolia, Journal of Archaeological Science, 34: 2170-2179.

PETA (2023). Animals Used for Free-Range and Organic Meat. PETA (30.03.2024).

PETA (2023). The Organic and ‘Free-Range’ Myths. PETA (30.03.2024).

Peters, J., Arbuckle, B.S. & Pöllath, N. (2012). Subsistence and beyond: Animals in Neolithic Anatolia. M. Özdoğan, N. Başgelen & P. Kuniholm (Eds.), The Neolithic in Turkey, Vol. 6 (1-61). İstanbul: Archaeology and Art Publications.

Robbins, J. (2010). The Food Revolution: How Your Diet Can Help Save Your Life and Our World (2nd edition). San Francisco, CA: Conari Press.

Singer, P. (1975). Animal Liberation: The Definitive Classic of the Animal Movement. New York, NY: Open Road.

Stalin, J.V. (1925). Questions and Answers (Speech Delivered at the Sverdlov University). MIA (30.03.2024).

Stiner, M.C., Buitenhuis, H., Duru, G., Kuhn, S.L., Mentzer, S.M., Munro, N.D., Pöllath, N., Quade, J., Tsartsidou, G. & Özbaşaran, M. (2014). A forager-herder trade-off, from broad-spectrum hunting to sheep management at Aşıklı Höyük, Turkey. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America111(23): 8404-8409.

Stiner, M.C., Munro, N.D., Buitenhuis, H., Duru, G. & Özbaşaran, M. (2022). An endemic pathway to sheep and goat domestication at Aşıklı Höyük (Central Anatolia, Turkey). Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America119(4): e2110930119.

Sztybel, D. (1997). Marxism and Animal Rights. Ethics and the Environment, 2(2): 169-185.

Zeder, M.A. & Hesse, B. (2000). The Initial Domestication of Goats (Capra hircus) in the Zagros Mountains 10,000 Years Ago. Science, 287(5461): 2254-2257.

Zimmermann, M.I., Pöllath, N., Özbaşaran, M. & Peters, J. (2018). Joint health in free-ranging and confined small bovids: Implications for early stage caprine management. Journal of Archaeological Science, 92: 13-27.