Natuf Kültürü
1963’te bir gün, Taberiye (Celile) Gölü’nün doğu kıyısındaki Ein Gev Kibbutz’unda yaşayan eski eser tutkunu Dudi Ben-Ami ve –daha sonra tarih öncesi arkeoloji profesörü olan– Ofer Bar-Yosef, çıktıkları bir kır gezisinden önemli bir keşifle döndüler: Göl kıyısından yaklaşık iki kilometre içeride, İsrail askerleri tarafından kazılmış “tilki deliği” denilen 1.2 metre derinliğindeki bir oyukta çakmaktaşından yontulmuş âletler görmüşlerdi. Bugün Siyonist rejimin işgalindeki Golan Tepeleri’nin güney yamacında, Ein Gev vadisinin (nahal) kuzey kıyısında rastladıkları buluntular, “Günümüzden Önce” (G.Ö.) 12.550-12.000 yıllarına tarihlenen bir yerleşim yerine aitti.
Gazeteci Matti Friedman’ın (2023) anlatımına bakılırsa o yıllarda prehistoryadan ziyade Kitab-ı Mukaddes arkeolojisine ilgi duyan İsrail bilim camiası Ein Gev’i uzun süre ihmal etti. 1973’te yerleşimde bir deneme kazısı yürüten Ofer Bar-Yosef (2000), sınırlı buluntu örneklerine dayanarak “Nahal Ein Gev II yerleşiminin Natuf’un geç bir aşamasına veya PPNA’nın erken bir aşamasına ait olabileceği” tahmininde bulundu. Yaklaşık 200 yıl boyunca meskûn kaldığı anlaşılan site, büyük olasılıkla Natuf yaşam tarzından Neolitik kültürlere geçişi yansıtıyordu. Nahal Ein Gev nihayet 2010 yılında Leore Grosman (2016) başkanlığındaki bir ekip tarafından kazılmaya başlandı. Buluntular, yerleşimin tarihöncesi Filistin’de gelişen Natuf kültürünün (G.Ö. ̴16.000/15.000-11.200) bir parçası olduğunu teyit etti.
Adını Ramallah kenti yakınlarındaki Natuf Vadisi’nden alan Natuf kültürü, ilk kez 1929’da vadideki Shukba mağarasında kazı yapan Cambridge Üniversitesi’nden Dorothy Garrod (1932) tarafından keşfedilip tanımlandı. Natuf halkının avcı-toplayıcı olduğu hâlde küçük köylerde “yerleşik” (sedentary) bir yaşam sürdüğünü saptayan Garrod ve ekibi, yerleşikliğin tarımla başladığı şeklindeki geleneksel kabule meydan okudu: “Hâlihazırda var olan sınıflandırmalardan hiçbirine tam olarak uymayan bir mikrolitik kültürle karşı karşıya olduğumuz açıkça belliydi ve bu nedenle ona kendi adını vermeye karar verdim ve Shukba’daki Wady en-Natuf’tan [dolayı] Natufian adını benimsedim” (Garrod, 1932: 261).
Kazılardan çıkan buluntular, insanların yabani tahılları öğütmek için bazalttan mamûl havanlar (dibek) ve havan tokmakları kullandığını, tahta veya kemikten yapılmış bir sapa gömülü olarak tasarlanmış yarım ay şeklindeki küçük çakmaktaşı bıçaklarla hasat yaptığını ve yılın büyük bir bölümünü aynı yerde geçirdiğini gösteriyordu. Dahası, Rosenberg ve Nadel’in (2014) tespitlerine göre, Natuf halkı ölüler için cenaze törenleri düzenliyor, mezarların başına işaret taşları koyuyordu.
Garrod’u takip eden arkeologlar, Natuf kültürünün, yaklaşık G.Ö. 15.000’den itibaren 5.000 yıl boyunca Güney Levant’taki (bugünkü İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Filistin toprakları) yerleşimleri karakterize ettiğini saptadılar. Bu saptamanın güçlü etkisi nedeniyledir ki Gordon Childe’ın ([1936]2006) “Neolitik Devrim” olarak adlandırdığı yerleşik çiftçi toplulukların ortaya çıkış keyfiyeti, günümüzde genellikle Natuf kültürüyle ilişkili olarak açıklanmaktadır.
Yerleşik düzene geçişi ve yerleşimlerin meskûn kalma süresinde anlamlı bir artışı temsil eden Natuf köyleri, bir çekirdek aileyi barındırabilecek taş temellere sahip küçük dairesel evlerden oluşuyordu. Avcı-toplayıcı geçim tarzını sürdüren Natuf halkı, yerleşimlerini çevreleyen alanda bulunan gıda kaynaklarını (hayvan ve bitkiler) yoğun bir şekilde kullandı. Orak niyetine kullandıkları çakmaktaşından bıçaklar üzerinde yapılan deneysel ve mikroskobik çalışmalar, çevrede kendiliğinden yetişen yabani tahılların hasadını yaptıklarını ve çeşitli şekillerde işleyerek tükettiklerini gösteriyordu. Yerleşik yaşam, Natuf halkının çevrelerindeki kaynakları uygun ve sistematik bir şekilde değerlendirmesine yol açmıştı. Bununla birlikte, tükettikleri bitki ve hayvan varlıklarını yeniden üretmek için bir teşvike sahip görünmediler.
Ev Fareleri: Kommensalizm
Yerleşikliğin bir diğer sonucu, Natuf köylüleriyle civardaki mikro memeliler arasındaki etkileşimde gözlenen artıştır. Bugünkü İsrail’in kuzeyindeki Hayonim mağarasının birikintilerinde bol miktarda bulunan “ev faresi” (Mus musculus domesticus) kalıntılarının morfometrik analizi, literatürde “Kommensalizm” (birlikte yiyip içme) olarak adlandırılan olgunun en erken kanıtlarını oluşturmaktadır. Bir türün diğerinin denge popülasyon büyüklüğü üzerindeki olumlu etkisini içeren türler arası bir etkileşim türü olan Kommensalizm, genellikle “bir türün diğerinin çevresinin uygunluğuna katkısı” şeklinde ifade edilir (Weissbrod vd., 2013: 704).
Biyolog Eitan Tchernov (1984) tarafından geliştirilen Kommensalizm modeli, insanların belirli bir bölgeye yerleşme süresi ve yoğunluğunun, mikro memeli topluluklarının taksonomik bileşimini ve organizasyonunu etkileyen başlıca faktörler olduğunu varsayar. Natuf yerleşimlerine dair arkeolojik kayıtlardaki ev faresi kalıntısının bolluğu bu varsayımı desteklemektedir. Bir başka deyişle, ev fareleri yiyeceğimize ve mekânımıza ortak olmakla, –ortaklıkları uzun vadede aleyhimize olsa da– “commensal” varlıklardır. Nitekim günümüzdeki fare türlerine ait ekolojik kanıtlar da “ev faresi” olarak etiketlenen fare türünün (Mus musculus domesticus) yaşam alanının esas olarak insan yerleşimleriyle sınırlı olduğunu göstermiştir.
Natuf köylerinde olup biteni şöyle özetlemek mümkündür: Barınmak için sertleştirilmiş bir zemini, duvarları ve çatısı olan oval biçimli evler inşa eden ilk insan toplulukları, bunu yaparken (1) inşaat ve yakıt için yakın çevreden malzeme toplayacak; (2) geçim kaynaklarını yakın çevreden sağlayacak ve (3) günlük hareketlerini, gıda maddelerini saklamayı ve atığa dönüştürmeyi bu çevre ile sınırlama eğiliminde olacaklardır. Yerleşimlerin doğal çevresini önemli ölçüde değiştiren bu faaliyetler, bir taraftan bazı türlerin nüfusunun azalmasına hatta soyunun tükenmesine yol açarken diğer taraftan bazı türlerin de nüfusunu artırmıştır –ki ev faresi bunlardan biridir. İnsanları hava koşullarından ve yırtıcılardan koruyan kalıcı yapılar, bu küçük kemirgenlere –organik atıklardan veya kilerdeki yiyeceklerden– gıda ve barınak temin etmekle kalmadı; rakip türlerin ve avcıların onlar üzerindeki baskısını azaltarak insanlarla “commensal” bağlar kurmalarını da sağladı (Weissbrod vd., 2013). Özetle, insan yerleşimleri, fareler için kendilerini evlerinde hissedebilecekleri avantajlı koşullar sunuyordu.
Ev Kedileri: Kaynak Koruma
Bununla birlikte, evlerde ikamet ederek özellikle gıdaya ortak olan farelerin bir sorun hâline geldiğini fark eden Natuf halkı, onların yoğunlaştığı köyleri yeni av sahaları olarak görme eğilimindeki kedilerin varlığını hoşgörüyle karşılamış olmalıdır. Ev fareleri, bu anlamda insan-kedi dostluğunun başlatıcıları olarak görülebilir: Fareler evlerde toplanmaya ve çoğalmaya başlar; besin kaynağını takip eden kediler onları avlar ve böylece kendi ihtiyaçları için yiyecek depolayan insanlar tarafından takdir edilip sevilirler.
M.Ö. 7.000’den 19. yüzyıla uzanan bir zaman aralığını kapsayan müzelerden ve arkeolojik alanlardan elde edilen yüzlerce kedi kalıntısından aldıkları antik DNA örneklerini analiz eden Ottoni vd.’nin (2017) çalışması, günümüzün küresel ev kedisi varlığına en büyük katkıyı sağlayan iki anne soyu saptadı. Her iki soy da Anadolu, Doğu Akdeniz (Levant) ve Mısır’daki insan yerleşimleriyle ilişkilendirilen yaban kedisinin Kuzey Afrika ve Yakındoğu alt türü olan Felis silvestris lybica’ya kadar izlenebilmektedir. Fare avcısı olarak tanınan bu tür, muhtemelen kemirgen kontrolündeki yardımlarını takdir eden Natuf halkıyla ilişki kurmuştu. Keza, ev farelerinin ortaya çıkışının ev kedilerinin yükselişiyle aynı zamana denk düştüğü bulgusu da insanların fare varlığını kontrol etmek için kedileri “içeri” almaya başladığını göstermektedir.
Yine de Natuf halkının kedilerle ilişkisi, onların barınma, üreme ve beslenme süreçlerinin kontrolüne dayalı bir “evcilleştirme” stratejisi içermiyordu. Ne de olsa bu tür müdahaleler kedilerin avcı niteliklerini kaybetmelerine yol açabilirdi. Nitekim üreme ve insan toplumuna uyum sağlama ihtiyacı nedeniyle –morfolojik anlamda– derinden değişen köpeklerin aksine, ev kedileri vahşi atalarına kıyasla çok fazla değişmeden kaldılar ve özgürlüklerini korudular. Antik DNA uzmanı Claudio Ottoni’nin tespitiyle, “insanlar bazı kedileri alıp kafeslere koyarak evcilleştirmediler; kedilerin az ya da çok kendi kendilerini evcilleştirmelerine izin verdiler” (Smith, 2017). Genetik analizler, insanlar ve ev kedileri arasındaki örtülü anlaşmanın aktif evcilleştirmeden ziyade hoşgörü temelli olduğunu doğrulamaktadır. Bu hoşgörünün, tahılların evcilleştirilip kültüre alındığı ve büyük ölçekli depolamanın yaygınlaştığı Neolitik Çağ’dan yaklaşık 3.500 yıl önce başlamış olması anlamlıdır.
Neolitik Çağ (M.Ö. ̴10.000-6.000), yerleşikliğe geçişin insan ekolojik konumlanması (niche) üzerinde derin, uzun süreli ve öngörülemeyen etkilere sahip olduğunun kanıtı oldu. Başta arpa ve buğday olmak üzere tahılların kültüre alınması ve hayvanların evcilleştirilmesi, çiftçi halkların “territorial” temelde örgütlenmesini koşullandırarak devletli topluma giden yolu döşedi. Artık ürünü komünal ambarlarda depolayan insanlar, asaleti soydan ziyade bilgi ve hitabet yeteneğinden gelen şefler vasıtasıyla onun yeniden dağıtımını güvenceye aldılar. Neolitik tarım toplumlarında şeflerin başlıca itibar stratejisi, kendilerine hediye, adak ya da haraç formunda teslim edilen ekonomik artığı –büyük ölçekli ziyafetler ya da tayınlama mekanizmaları üzerinden– yeniden dağıtmaktı (Altun, 2022). Bu toplumlarda “Yeniden Dağıtım”, diğer şeyler yanında, halkı doyuran, onların başka diyarlar ve liderler arama eğilimini dizginleyen bir liderin şahsi itibarının da kaynağıdır.
Buna karşılık, insan yerleşimlerinin kuytu köşelerinde yaşamayı öğrenmiş olan fareler için tahıl tarımı ve arpa/buğday ambarlarının ortaya çıkışı, çok hızlı bir kemirgen istilasına yol açabilecek bol miktarda yiyecek getirdi. Cucchi vd. (2020), yaklaşık 12.000 yıllık olduğunu saptadıkları Jerf El Ahmar (Suriye/Menbic) ve Netiv Hagdud (Batı Şeria) yerleşimlerinde ev faresinin en eski kanıtlarını buldular. Ev farelerinin tarımsal üretkenliğin azalması ve salgın hastalıklardaki rolü Neolitik Çağ’da iyice görünür hâle geldi. Ambarların farelerden başka düşmanı yok gibiydi ve kedilerin caydırıcı gücüne emanet edilmişti. Yakındoğu’daki kedilerin çiftçi topluluklarıyla “commensal” ilişkisi Neolitik’te de artarak devam etti. Bu kedilerin soyu Eski Dünya’nın tümüne yayıldı ve günümüz evcil kedilerinin mitokondriyal DNA havuzunda Yakındoğu’nun katkısını temsil etti. Ottoni vd. (2017), bu yayılmanın M.Ö. 4.400 gibi erken bir tarihte, “Avrupa’nın neolitikleşmesinden sonra” başlamış olabileceğini tahmin etmiştir. Bu, kedilerin insanlarla birlikte yer değiştirmesinin tarihöncesi çağlarda başladığını göstermektedir.
Kediler, modern zamanlarda avcılıktan çıkıp arkadaş konumuna “terfi” etti (foto: CellPress).
Vergi ve Haraç Kültürü
Bakırla kalayın büyülü karışımı Neolitik Çağ’ın pastoral manzarasını dramatik biçimde değiştirdi. Erken Bronz Çağı (M.Ö. 4000-1200), Yakındoğu’daki küçük şefliklerin yerini Sümer ve Akad hanedanlıklarının; küçük ölçekli eşitlikçi toplumların yerini büyük ölçekli sınıflı toplumların aldığı bir sürecin habercisiydi. Saraylarla tapınakların neredeyse eş zamanlı yükselişine tanık olan Yakındoğu halkları, köleliğin ve karmaşık sosyal hiyerarşilerin karakterize ettiği uzun bir çağa girdiler. Önceden arızi ve geçici olarak ortaya çıkan eşitsizlik biçimleri, hızla kurumsallaşıp siyasal alanı işgal etti.
Avrasya arkeolojisinde eşitsizliğin yükselişinde bir eşik olarak kabul edilen Bronz Çağı, karmaşık şeflikler veya hanedanlıklar hâlinde örgütlenmiş elitlerin zuhuruna tanıklık etti. Antik Yakındoğu’daki krallıklar da bu anlamda şehirlerin büyümesini ve komşu Avrupa ve Orta Asya’da savaşçı aristokrasilerin ortaya çıkışını teşvik eden genel bir devlet inşa (state-building) sürecinin parçasıydı. Güney Irak’taki Tell al-Uhaymir (antik Kish) gibi kentsel alanlarda ya da –dünyanın en eski bronz kılıcının bulunduğu– Arslantepe (Malatya) gibi kırsal alanlarda yükselen saraylarla temsil edilen siyasal rejimler, anıtsal mimari örneklerinin çeşitlendirilmesi, uzun mesafeli ticaretin geliştirilmesi ve yeni istila rotalarının keşfi gibi projelere önem verdiler.
Bunlar için gereken kaynak, bazen üretken kapasiteyi son haddine kadar zorlama pahasına kırsal çiftçilerin ambarlarından ve emek güçlerinden (askerlik ve angarya) çekildi. Bakır ve kalayın uzun mesafeli ticareti kontrol altına alındı. 1982 yılında Uluburun (Antalya/Kaş) açıklarında bulunan ve M.Ö. 1300 civarına tarihlenen batık gemi enkazı, Geç Bronz Çağı’nda “dünya çapında” ticareti yapılan metalin büyük kısmının bakır ve kalay külçelerinden oluştuğunu ima etmektedir (Hauptmann vd., 2002). Aynı enkazda bulunan bol miktarda ev faresi alt çene kalıntısından (Cucchi vd., 2020) anlaşılacağı gibi, bu kaçak yolcuların özellikle Doğu Akdeniz’deki yayılımı, Bronz Çağı deniz ağları tarafından yönlendirilmekteydi.
Bronz çağında tarım neolitik karakterini korudu, toprak ahşap kara sabanla sürülmeye devam etti. Gelişen metalürji, üretici güçlerin gelişmesinden ziyade servetin yoğunlaşmasına ve teşhirine hizmet ediyordu. Bronz, ağırlıklı olarak silâh, ritüel ve süsleme amaçlı kullanılan bir itibar (prestij) nesnesiydi. Dahası, imali veya bakımı özel ustalık ve bilgi gerektiren atlı savaş arabaları, bronz kılıçlar ve süvari takımları, asaletini yağma ve gasp yeteneğine borçlu bir azınlığın orantısız güç uygulama kapasitesini artırdı. İnsanlar, yönetenlerin taleplerini karşılamak için ihtiyaçlarının üzerinde üretmeye zorlandılar. Bireysel ya da kolektif düzeyde silâhlanma imkânının yokluğu karşı koyma olasılığını sınırladığından, talepler üretken kapasiteyi aştığında sıkça kitleler hâlinde göç ederek ülke değiştirmek zorunda kaldılar. Kediler de onlarla birlikte göç etti. Bronz Çağı insanları, ambarları korumak için kedilerin varlığının yeterli olmadığı bir çağın insanlarıydı.
Nihayet M.Ö. 13. yüzyıl sonunda yoğunlaşan toplumsal kargaşa, bir dizi salgın hastalık, deprem, volkanik patlama ve kuzeyden gelen Deniz Kavimleri’nin saldırılarıyla birleştiğinde Yakındoğu’nun ve Akdeniz çevresinin –Mısır dışındaki– büyük saray devletleri birbiri ardına yıkıldı. Geç Bronz Çağı’nın büyük kentleri ya terk edildi ya da istilacılar tarafından yağmalanıp yıkıldı. Bakır, kalay ve değerli taş tedarikini sağlayan uzun mesafeli ticaret ağları dağıldı. Kıbrıs kralı, kendisinden bakır isteyen Mısır kralı III. Amenofis’e (M.Ö. 1388-1351) şöyle yazdı: “Şimdi benim ülkemde vebanın gücüne bak; ülkemdeki bütün erkekleri öldürdü ve tek bir bakır işçisi bile kalmadı” (Altun, 2022: 43). Basit, geleneksel köylü kültürü ve halk dini bölgeye damgasını vurdu; saray ve tapınak kâtiplerinin kullandığı yazı neredeyse unutuldu. Ana akım tarihçiler, başta üretken sınıflar olmak üzere halkların zorba rejimlerin baskısından kurtulduğu bu küresel çöküş dönemini “Karanlık Çağ” olarak adlandırdılar.
Deniz Kavimleri’nin istilasını kolaylaştıran keskin demir kılıçlar bronz emsallerini tahttan indirdiğinde Yakındoğu’da Demir Çağı (M.Ö. ̴1.000) başladı. Demir Çağı’nın başlangıcı, bronzun kontrolüne dayalı hiyerarşik siyasal yapıların çöküşünü hızlandırdı. İki çağ arasında kısmi bir süreklilik olsa da toplumsal değişimler katmanlı bir toplumdan görece eşitlikçi bir topluma doğru devrimci bir değişim sergiledi. Goldstone’un (2014) bildirdiğine göre, M.Ö. 800’e kadar bronz silâhların ve atlı savaş arabalarının yüksek maliyeti bunların mülkiyetini soylu sınıflarla sınırladı. Dolayısıyla halkın saray rejimlerini devirmek üzere harekete geçme olasılığı düşüktü. Demirin işlenmesine dair bilginin yayılmasıyla birlikte daha düşük maliyetle silâhlanmak mümkün oldu. Böylece seçkinlerin itibar nesnesi olmaktan çıkan kılıç, zamanla sıradan halkın katıldığı orduların standart silâhı hâline geldi; ağır silâhlı piyadeler aristokrat savaş beylerinin yerini aldı.
Soylu sınıfların hâkimiyetini zayıflatan bu gelişmeler, özellikle M.Ö. 700-100 arası dönemde yer yer iktidar değişikleriyle sonuçlanan kitlesel isyan ve devrimleri teşvik etti. Bronz Çağı’nda açgözlü krallardan kurtulmak için yurt değiştiren halklar, Demir Çağı’nda fırsat buldukça kılıçlarına davrandılar. Collins ve Manning (2016), bu türden organize çatışmaların ayrıntılı bir listesini vermiştir. Soylular yanında sıradan insanların mezarlarında da görülen demir kılıçlar, savaşçılığın artık elitlere özgü ya da geçici, bağlama bağlı bir kimlik olmadığının işaretiydi. Geç Demir Çağı’na ait birçok mezarda rastlanan ve bazen daire şeklinde, bazen de 180 derece açıyla bükülmüş vaziyetteki kılıçlar ise antropolog Peter Wells’e (2012: 115) göre, “kılıcı öldürmek” (ve böylece ölen kişiye eşlik edecek duruma getirmek) olarak bilinen bir ritüel pratikle ilişkiliydi. Özetle, tarih öncesi topluluklar nazarında muhtemelen en güçlü nesne olan demir kılıçlar, savaşı salt bir siyasî otorite ve tahakküm kurma alanı olmaktan çıkarıp, erkek bedeninin bir işlevi hâline getirdi.
Bakır ve kalaya göre bolca bulunan demirin işlenmesi, üretici güçlerin gelişimi anlamında kitlelerin hayatını da kolaylaştırdı. İrili ufaklı haddehaneler, farklı yüzyıllarda olmakla birlikte Orta Asya’dan Sahra altı Afrika’ya, oradan Mekke’nin arka sokaklarına uzanan geniş bir coğrafyaya yayıldı. Neolitik Çağ’a özgü kara sabanın ucuna sivri demir takıldı. Ekinler demir oraklarla biçildi, saclar demir çekiçlerle dövüldü. Bütün bu değişimin siyasal-askerî boyutunu ise demir kılıçlar temsil ediyordu. Arkeolojik bulgularla desteklenen demir kılıç sayısındaki artış, silâhların temsil ettiği sosyal değerlere ve savaş ideolojisine kesin bir bağlılığa işaret etmekteydi. Yahudi peygamberi Nahum’un (3: 15) Asur kralı hakkındaki kehaneti, bu bağlılığın bir örneği olarak günümüze ulaşmıştır: “Orada [Ninova’da] ateş seni yiyip bitirecek; kılıç seni kesip biçecek!”
Demir kılıçlar, bronz emsallerinden farklı olarak yağma ve istila kadar “ambarı koruma” iradesine de hizmet etti. İslam Peygamberi, hicret ettiği Medine’de bir evin bahçesinde gördüğü şeyin saban olduğunu öğrendiğinde, “Bu âlet bir ailenin evine girerse o eve muhakkak zillet de girer,” (Buhari, 1987: 2152) diyerek tercihinin kılıçtan yana olduğunu ima etti. Tanrı elçisinin sözünü kitabına epigraf olarak seçen Gellner’e (1990) göre, toplumsal üretimin çıktıları, Roma ve Osmanlı’nın erken dönemlerinde olduğu gibi “Saban, Kılıç ve Kitap” üçlüsünün işlevsel birliği üzerinden güvenceye alınabilirdi. Aksi takdirde özellikle çiftçi halklar daha güçlü efendilerinin kibir ve kaprislerine boyun eğmekten öteye gitmeyecek; kılıç ehli ziraat ehlini dövecektir.
Sonuç
Başının üstüne bir çatı kondurup altında oturmak (sedentizm), insanların kendilerini “içtima hâlinde” gruplandırma eğiliminde önemli bir adımdır. Bu adımı bir kez atmakla, toplumsal yapıları insanî birlikteliğin devamını güvenceye alacak şekilde yeniden örgütlemeyi de üstlenmiş olduk. Filistin’deki Natuf Vadisi bu ilk adımın atıldığı yerdir.
Kedi-fare-insan ilişkisinin tarihöncesi gelişimi, doğadaki ve toplumdaki çelişkilerin diyalektik bir bütünlük içinde tezahür ettiğini göstermesi açısından önemlidir. İnsanın bilincini onun toplumsal varlığı belirlediği gibi hayvansal temayül ve içgüdüleri de ekolojik koşullar belirler. Türler, doğalarına gömülü yazılımların ya da hazır paket programların komutasında hareket eden otomatlar değildir. İnsan ve nesnelerin hareketi, bir sosyoekonomik ve sembolik ilişkiler labirentindeki maddî süreçler olarak anlaşılmalıdır.
Kedilerin ve farelerin evlerimize nasıl taşındığının hikâyesi, toplumsal üretimi nasıl örgütlediğimize dair daha büyük anlatının bir parçasıdır. Genel tedbirsizliğimiz ve güvenlik açıklarımız, onlara geniş bir beslenme ve barınma alanı açmış olsa da aynı alanın emek sarf etmeden yaşama eğilimindeki liderlere ve rahiplere de açılması, devletli toplumlara özgü bir tercihtir. Kedi-fare oyunu, mutfak ve kiler civarında sahnelenen bir drama iken Devlet, yöneten-yönetilen ilişkisini bir “çoban-sürü oyunu” (Altun, 2022) şeklinde kurma eğilimindedir.
Devletin ve onun ideolojik aygıtlarının toplumsal varlığımızla bilinç düzeyimiz arasına yerleştirdiği bariyerlerin etkisi, özellikle kamusal kaynakları koruma konusundaki gevşekliğimizde kendini gösterir. Evimize giren bir hırsızın kendisini “evinde hissetmesi” olağan dışı bir durumdur. Bu evin büyük bir ülke olduğu senaryoda, kedilerden daha fazlasına ihtiyacımız olacaktır. “Devletsiz” topluluklarda kileri ve ambarı kediler bekler. Devletli toplumlarda ise açgözlü liderlere karşı örgütlü ve silâhlı bir halkın varlığı şarttır.
“Haktan ve adâletten saparsam ne yaparsınız?” diye soran halife Ömer’i, “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz,” diye yanıtlayan adam, bir general değil halktan biriydi. Gerçekliği bir tarafa, bu rivayetin otoriteyi kutsama eğilimindeki Sünnî anlatıların arasına nasıl sızabildiği meçhuldür. Barbarlığın yukarı aşamasından uygarlığın devletli aşamasına geçiş sürecindeki İslam-Arap toplumu, halife Osman karşısında kılıcın düzeltici etkisini test ettiğinde rivayetin gerçekliğini de pratikte kanıtlamış oldu. Osman’ın dramatik sonunun Sünnî kaynaklarda “sahalarda görmek istemediğimiz hareketler” tarzında aktarılması ve faillerin “çapulcular” olarak damgalanması anlamlıdır.
Muhsin Altun
28 Mart 2025
Fotoğraf: Antik Mısır'dan sandalye altında balık yiyen kedi motifi (Claudio Ottoni)
Kaynakça:
Altun, M. (2022). İtibar ve İktidar: Antropolojik Bir Bakış. İstanbul: KDY.
Bar-Yosef, O. & Belfer-Cohen, A. (2000). Nahal Ein Gev II - A Late Epi-Paleolithic Site in the Jordan Valley. Mitekufat Haeven - Journal of the Israel Prehistoric Society, 30: 49-71.
Buhari (1987). Sahih-i Buhari ve Tercemesi, 5. Cilt (Çev. M. Sofuoğlu). İstanbul: Ötüken.
Childe, V.G. (2006). Kendini Yaratan İnsan: İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi (Çev. F. Ofluoğlu). İstanbul: Varlık.
Collins, J.J. & Manning, J.G. (Eds.) (2016). Revolt and Resistance in the Ancient Classical World and the Near East. Leiden, NL: BRILL.
Cucchi, T., vd. (2020). Tracking the Near Eastern origins and European dispersal of the western house mouse. Scientific reports, 10(1): 8276.
Friedman, M. (2023). When Did Humans Start Settling Down. Smithsonian Magazine [July/August 2023].
Garrod, D.A.E. (1932). New Mesolithic Industry: The Natufian of Palestine. The Journal of the Royal Anthropological Institute of Great Britain and Ireland, 62: 257-269.
Gellner, E. (1990). Plough, Sword, and Book: The Structure of Human History. Chicago, IL: University of Chicago Press.
Goldstone, J.A. (2014). Revolutions: A Very Short Introduction. New York, NY: Oxford University Press.
Grosman, L., vd. (2016). Nahal Ein Gev II, a Late Natufian Community at the Sea of Galilee. PLoS ONE, 11(1): e0146647.
Hauptmann, A., Maddin, R. & Prange, M. (2002). On the Structure and Composition of Copper and Tin Ingots Excavated from the Shipwreck of Uluburun. Bulletin of the American Schools of Oriental Research, 328: 1-30.
Ottoni, C., vd. (2017). The palaeogenetics of cat dispersal in the ancient world. Nature Ecology & Evolution, 1: 1-7.
Rosenberg, D. & Nadel, D. (2014). The Sounds of Pounding: Boulder Mortars and Their Significance to Natufian Burial Customs. Current Anthropology, 55(6): 784-812.
Smith, C. (2017). Cats Domesticated Themselves, Ancient DNA Shows. National Geographic [June 19, 2017].
Tchernov, E. (1984). Commensal animals and human sedentism in the Middle East. J. Clutton-Brock & C. Grigson (Eds.), Animals and Archaeology, 3: Early Herders and Their Flocks (91-115). BAR International Series 202. Oxford.
Weissbrod, L., Kaufman, D., Nadel, D., Yeshurun, R. & Weinstein-Evron, M. (2013). Commensalism: Was it truly a Natufian Phenomenon? Recent Contributions from Ethnoarcheology and Ecology. O. Bar-Yosef & F. Valla (Eds.), Natufian foragers in the Levant: Terminal Pleistocene social changes in Western Asia (699-717). Ann Arbor, MI: International Monographs in Prehistory.
Wells, P.S. (2012). How Ancient Europeans Saw the World: Vision, Patterns, and the Shaping of the Mind in Prehistoric Times. Princeton, NJ: Princeton University Press.