Daha önce yayımladığımız “Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) Bağlamında Jeopolitik Mücadele” adlı çalışmada, son yıllarda ağırlığı artan yol-kanal-koridor-kuşak mücadelelerinin taraflaşma/bloklaşma yahut düşmanlaşma eğilimlerini artırdığını, bunlara bağlı gerilimlerin de yakın gelecekte yükselebileceğini, dolayısıyla kapitalistler arası çelişkilerin derinleşebileceğini vurgulamıştık. Bu vurgunun en önemli sebebi Hindistan’da gerçekleştirilen G20 Zirvesi’ydi. Bilindiği üzere bu Zirve’de Hindistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Almanya, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin katılımında, Hindistan’dan Avrupa’ya ticarî koridor inşası konusunda bir mutabakat zaptı imzalanmış, Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) adı verilen proje kapsamında mal ve hizmetlerin Hindistan üzerinden BAE, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail güzergâhlarını takip ederek Avrupa’ya transit geçişinin hedeflendiği açıklanmıştı. Hatta Proje kapsamında öngörülen demiryolu güzergâhı ile birlikte Ürdün ve İsrail’in de katılacağı dijital, elektrik ve hidrojen koridorlarını da içerecek şekilde genişletilmesinin söz konusu olduğu da konuşuluyordu. Burada garip olan durum şuydu; İsrail’in ve Doğu Akdeniz’in en büyük limanı olan ve ABD donanmasına ait 6. Filo’nun konuşlandığı Hayfa Limanı’nın işletmesi 2021 yılından itibaren 35 yıllığına Çin’e devredilmiş, ayrıca Çin yine Tel Aviv’in 40 km güneyindeki Aşdod’da yeni bir liman inşa ederek buranın da işletmesini almıştı. Hâl böyleyken Çin’in milyarlarca dolar yatırım yaptığı ve Bir Kuşak Bir Yol (OBOR) Projesi’nin en önemli unsurları olarak gördüğü bu limanların durumu, statüsü ne olacaktı? Üstelik İsrail, G20’de açıklanan Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) projesinin kâğıt üzerinde en önemli merkezî ayağı durumundayken mutabakat zaptının imzacısı veya projenin bileşeni bile değildi. Benzer bir durum IMEC kapsamında malların Avrupa içlerine ulaşmasını sağlayacak Pire Limanı üzerinden Yunanistan için de geçerli. Körfez ile Akdeniz arasındaki kara köprüsünün önemli bir bileşeni olacak olan ve IMEC’in imza törenine bile davet edilmeyen Ürdün için de geçerli elbette. Anlaşılan o ki G20 Zirvesi’nde emperyalist bir blok, jeostratejik konumu önemli olan bazı ülkeleri, üzerinde anlaştıkları IMEC projesine dayatma ve zor yoluyla katma amacındaydı.
***
İsrail özelinde bu meselenin ciddi bir tarihsel arka plânı mevcut. Şöyle ki İsrail, OBOR eksenli İngiltere-Çin sisteminin önemli bir bileşeni durumunda. Devasa limanları üzerinden OBOR’a entegre olan İsrail, Çin ile ilişkilerini geride kalan yakın tarih içinde oldukça ilerletmiş, bu yolda ABD ile de çeşitli düzlemlerde sürtüşme/gerilimi göze almıştır. Bu konu bağlamında Washington merkezli Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR) Orta Doğu üzerine çeşitli çalışmaları bulunan Başkan ve George W. Bush’un eski ulusal güvenlik danışman yardımcısı Elliott Abrams, 2018 yılındaki bir bilgi notunda şunları söylüyor: “Çin’in Haifa ve Ashdod limanları, Çin’in gelecekteki yüceliğine dair üç kilit kaynağın –petrokimya, tüketim ürünleri piyasaları ve ileri teknoloji– peşine düşmeye dönük iddialı bir trans-Asya stratejisinin parçasıdır.”[1] ABD’nin resmî görüşünü yansıttığını söyleyebileceğimiz Abrams, kapalı bir dille İsrail’in politikasının Çin için hayatî derecede önemli olan Orta Doğu petrolü ve gazına ulaşmasını kolaylaştırdığını söylemekte, bunun da ciddi bir endişe kaynağı olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda daha önce yayımlanan “Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nden Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’ne Çatışma Ekseni” adlı çalışmamızda bu duruma temas etmiş, OBOR’un yeni bir gerilim hattı oluşturduğunu vurgulamıştık:
“Anlaşıldığı kadarıyla OBOR, risklerin minimize edildiği, her şeyin yolunda gittiği, bütün problem sahalarının çözümlendiği, gerekli anlaşmaların yapıldığı ve dâhil olan bütün unsurların kazandığı bir girişim değildir. Hatta dünyada çok ciddi gerilim, sürtüşme ve anlaşmazlıkların merkezine yerleştiği bile söylenebilir. Ayrıca Çin’in, uluslararası siyaset ve küresel ölçekli güvenlik ve savunma girişimleri ile giderek iddialı hâle gelmesi, OBOR’u da uluslararası kamuoyunun gözünde sadece ekonomik amaçları olan bir girişim olmaktan çıkarmakta, günden güne nüfuzunu artıran yayılmacı bir güç olarak görülmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla OBOR Girişimi’ne belli düzeylerde katılan ülkeler, aslında hem OBOR karşıtı bir bloğun düşmanlığını kazanma hem de Çin’in borç tuzağı temelli stratejisine yem olma risklerini de üstlenmiş oluyorlar. Örneğin, İsrail’in son dönem yaşadığı iç meselelerde tam da bu durumun yaşandığını görebiliriz. İsrail ve ABD tarafları Hayfa Limanı’nın işletilmesinin 35 yıllığına Çin’e verilmesi ile başlayan ve limanın yeni terminal inşaatını Çin’den bir firmanın üstlenmesi ile devam eden gelişmeler sonrasında restleşme noktasına gelmiştir. Aynı limanın diğer bir terminalinin ABD’nin Akdeniz Filosu’na ait savaş gemileri tarafından kullanılıyor olması durumu ve krizi daha da derinleştirmiştir. Bu ve buna benzer gelişmelerin ilerleyen zamanlarda gittikçe artacağı beklenebilir.”[2]
Başbakan Olmert’le başlayan ve ardından Çin eksenli siyasetin savunucusu olan Binyamin Netanyahu ile devam eden neredeyse on beş yıllık sıkı bir Çin-İsrail ilişkisi mevcut. Nüfus ve yüzölçümü bakımından küçük bir devlet olmasına rağmen bu tarihler arasında ortaklığa derinlik kazandıracak şekilde İsrail’de Çin’in yumuşak güç unsuru olarak bilinen iki tane Konfüçyüs Enstitüsü açıldı. Bu ilişkinin 2017’de İsrail ve Çin’in kapsamlı bir inovasyon ortaklığına imza atmasıyla doruğa ulaştığı biliniyor. Limanların işletme haklarının Çin’e verilmesi, teknoloji aktarımı, savunma/silâh sanayi vb. alanlardaki münasebetler bu tarihten sonra âdeta sıçrama yapmıştı. Bir kazan-kazan anlayışına dayalı olan bu ilişki İsrail’in potansiyeli, Çin’in parası, pazarı, üretim tesisleri ve yetenekleri üzerine kurulmuştu. Hatta Netanyahu bu ilişkiyi 2017’de “cennette yapılan bir evlilik” olarak tanımlamıştı.[3] İsrail’in bu yöneliminin İsrail-ABD ilişkilerini negatif yönde etkilemeye başladığı muhakkak. Öyle ki bu düzlemde İsrail’in yönetici elitleri olaya, “her ne kadar stratejik müttefikimiz ABD olsa da ekonomik ortağımız Çin’dir” şeklinde bakmayı sürdürdükçe ABD’nin de “endişe” dozu giderek artıyordu.
Yukarıda bahsedilen 2017 yılında, İsrail-Çin anlaşması imzalandığı sıralarda Trump yönetimi ilk Ulusal Güvenlik Stratejisini yayımlıyordu; bu stratejide temel olarak şöyle deniyordu: “Artık büyük bir güç rekabetinin içindeyiz. Çin bizim bir numaralı endişemiz ve rakibimiz, hatta düşmanımızdır.” İsrail ise bu göndermeye karşın: “Çin tehdit listemizin başında yer almıyor, ABD baskısını kabul etmiyoruz,” şeklinde bir yaklaşım sergiliyordu. İşin bu kısmı oldukça ilginç, öyle ki ABD’li bazı analistler son dönemlerde Çin’le yakın münasebetler geliştiren Orta Doğu ülkelerinin durumunun İsrail’e nazaran daha “az sorunlu” ve görece “güvenli” bir yerde olduğunu, özellikle Körfez ülkelerinin stratejik yönlerden Çin etkisinden korunduğunu ancak İsrail’in bu risklerden korunmadığını söylemektedir.[4] ABD’nin risk ve tehdit algılama düzeyini anlamak bakımından oldukça önemli bir değerlendirme olduğunu belirtmek lâzım. Yani ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkelerinin Çin’le son zamanlarda gelişen münasebetlerini değil, İsrail’in yakın iş birliğini daha büyük bir tehdit olarak görüyor. İsrail-ABD geriliminin somut maddî bir zemine tekabül ettiği anlaşılıyor. Zira İngiltere-Çin ekseninde olma noktasında ısrar eden unsurlar bir şekilde bu basınçla çeşitli şekillerde karşılaşıyor. İsrail eğer Aksa Tufanı operasyonundan önce İngiltere-Çin ekseninden çıkmayı taahhüt edip ABD’ye biat etmediyse, Hamas ve ABD 1967 sınırlarına dayalı iki devletli bir çözüm üzerinde anlaşmış olabilir. Kısacık tarihinin en zayıf dönemlerden birini yaşayan İsrail, garantör ülkelerin dâhil olduğu bir çerçevede böyle bir anlaşmayı yapmaya mecbur kalabilir. Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek gelişmeler bu ihtimalle ilgili fikir verecektir.
Görsel 1: Orta Doğu Coğrafyasının Uzay Fotoğrafı
***
Kasım 2020 ABD seçimlerinde iktidarın Cumhuriyetçilerden Demokratlara geçmesi, ABD içi bloklar arası fikir ayrılıkları ve çekişmeler, Rusya-Ukrayna savaşı gibi gelişmelerin Orta Doğu coğrafyasında Çin lehine bir boşluk doğurduğu muhakkak. Bu boşluktan faydalanmak isteyen Çin, coğrafyanın problemli alanlarında “çözüm” perspektifi sunan bir güç olarak ülkeleri birbirileriyle görüştürmeye başladı. İran-Suudi Arabistan, İsrail-Suudi Arabistan, İsrail-İran gibi “sorunlu” ilişkilere sahip ülkeleri “yapıcı” bir zeminde bir araya getirerek bölgeye “barışçıl” güç projeksiyonu ile müdahil oldu. Bu ilişkiler dikkat çekici bir düzeye ulaşmıştı ki, Çin’in tarihsel düşmanı Hindistan’ın ev sahipliğinde düzenlenen G20 Zirvesi’nde açıklanan IMEC Girişimi bütün bu çabaları bloke etmek üzere ortaya atılmıştı. Zaten Çin, Girişim’den haberdar olmalı ki G20 Liderler Zirvesi’nin düzenli gerçekleştirildiği 2008 yılından beri ilk defa katılımı temsilci düzeyinde tutmuştu. Anlaşılan o ki G20 Zirvesi’nde bir araya gelen bloğun asıl amacı/temel stratejisi, OBOR’a alternatif bir koridor oluşturmaktan öte, IMEC Girişimi vasıtasıyla OBOR’u bloke etmek ve Çin’in Orta Doğu coğrafyasına nüfuz etmesini ve dolayısıyla enerji kaynaklarına erişimini engellemekti. Bu blok aslında mevcut askerî-savaş gücünü orta vadede Orta Doğu coğrafyasından Hint-Pasifik’e kaydırmaya çalışmakta[5] ancak Çin’in boşluk buldukça bölgeye nüfuz etmesi ve burada yürüttüğü aktif siyaset bahsi edilen çekilme sürecini engellemektedir. Çin’in hedef olmaktan kaçınması için kendisine karşıt olan bloğun başka problem sahalarında oyalanması, ilgisini, gücünü ve imkânlarını buralara yöneltmesi gerekiyor. Ancak bu noktada problem sahası Orta Doğu olduğunda büyük bir ikilem doğuyor; askerî-güvenlik stratejileri anlamında Orta Doğu coğrafyasının çatışmalı durumu Çin’in işine gelmekte; enerji ve ticaret mallarının tedarik zincirlerinde tıkanma ve aksamalara yol açacağı için de bölgede ortaya çıkan çatışma, savaş ve istikrasızlıklardan rahatsızlık duymaktadır.
Çin’in jeopolitik aklı bu zor ikilemi yönetmeye çalışıyor, zira müstakil bir güç olarak Çin, ittifak hâlinde olduğu İngiltere sistemine karşı da büyük bir güvensizlik beslemekte, son kertede bu sistemde şartların aleyhine geliştiğini gördüğü zaman İngiltere’nin kendisini ortada bırakabileceğini bilmektedir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur, Çinliler de bu ihtimali her zaman stratejilerinin bir parçası olarak kenarda tutmaktadır.[6]
***
Somut, realize olmuş/olmakta olan bir yol-koridor-kuşak projesinin ana unsuru hangi güç olursa olsun projenin geçtiği yerlerin “güvenlik-huzur-istikrar” yönünden sorunsuz olmasını ister. Buralarda oluşacak çatışma, gerilim ve “istikrarsızlık” bu yollarda ticaretin yapılmasını zorlaştırır, proje dâhilindeki yollar kullanılsa bile çatışma ve savaşın maliyeti malların ve hizmetlerin taşıma maliyetine büyük bir kalem olarak eklenir, bu da devletleri ve şirketleri yeni ve güvenli yollar bulma arayışına iter. Dolayısıyla bu projelere yıllar harcamış ve milyarlarca dolar yatırım yapmış olan güçler, bu bölgelerde savaş ve çatışma ortamı arzu etmez ancak ciddi sıkışma momentlerinde bu güçlerin yapacak başka bir şeyi de kalmayabilir. İşte bu düzlemde; İsrail hattında sıkıştırılan İngiltere-Çin sistemi, zayıf bir olasılık dâhilinde yeni bir İsrail-Filistin çatışmasını körüklemiş olabilir. İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’ın İsrail’i ziyaretinde uçaktan indiğinde karşılanmaması, buluşma sonrasında Netanyahu’nun Sunak’ı eli cebinde gezdirmesi, Cumhurbaşkanı Herzog’un BBC haberleri konusunda Sunak’a baskı mahiyetindeki sözleri İsrail tarafının İngiltere’ye öfkesini yansıtıyordu.[7]
Bu tür kontrol dışı tavırlar ancak travma/kriz zamanlarında ortaya çıkar ve birçok resmî açıklamadan daha büyük anlamlar taşırlar. Dolayısıyla İngiltere’nin özellikle MOSSAD üzerindeki etkili konumunu kullanarak ortalığı ateşe vermiş olabileceğini, yabana atılmayacak bir ihtimal olarak ortaya koymak gerekiyor. Zira sıklıkla vurguladığımız, “Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir,” şeklindeki Kızılderili atasözünü tekrar hatırlatmakta fayda var. Burada bir parantez açarak şunu önemle vurgulamak gerekiyor; Filistin halkının savaşan örgütü olarak Hamas, büyük masif bir askerî-politik yapıdır. Filistin halkının ve davasının gereğince hedefleri, amaçları, stratejileri vardır ve bunlar uyarınca devletlerle yeri geldiğinde görüşür, pazarlık yapar, gerektiğinde de ittifak kurar, bunlar nazarımızda meşrudur. Bu yapılar emperyalistler arası mücadelede konum almak ve tercihlerde bulunmak zorunda bırakılabilirler. Özellikle Orta Doğu’nun oldukça dinamik jeostratejik-jeopolitik-realpolitik denkleminde bu ittifaklar aynı zamanda zorunluluktur da.
***
İsrail-Filistin meselesi bilindiği gibi İngiltere sisteminin mahsulü bir meseledir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra petrol alanlarının kontrol edilmesi için bölgede bulunan bir devletin gücüne ihtiyaç duyan İngiltere, yapay-uydu bir devletin kuruluş zeminini hazırlamıştır. Devamında İsrail, Orta Doğu’da petrol akışını kontrol etmeye yönelik bir hamle olarak İngiliz sistemi tarafından kurulmuştur. Osmanlı sonrası petrol coğrafyasında bulunan devletlerin/ülkelerin siyasî ve iktisadî olarak birleşmesini ve İslam temelli merkezîleşmiş bir gücün oluşmasını engellemek için neredeyse sentetik yollarla oluşturulmuş bu devlet, geçen süre içinde bu görevi emperyalistler lehine “başarıyla” icra etmiştir. Bu görev uyarınca Orta Doğu coğrafyasında de-stabilizasyonun ana kaynağı olmuştur. Dolayısıyla İngiltere’nin tarihsel olarak Orta Doğu’da ve özel olarak İsrail üzerinde etkisi büyüktür.
Tarihsel arka plâna ilişkin 1956 yılında yaşanan Kanal Krizi olarak bilinen hadise oldukça kritik bir eşiktir. Bu süreçte İngiltere-Fransa-İsrail ittifakı Sevr (Sèvres) şehrinde Mısır’ı işgal etmek üzere gizli anlaşmalar yapmıştı. Bu anlaşmalarda belirlenen plâna göre; İsrail Mısır’a işgal girişiminde bulunacak, İngiltere ve Fransa ise savaşı durdurma gerekçesi ile askerî yığınak yapıp Kanal’ın kontrolünü eline geçireceklerdir. 1956 yılında bu plân çerçevesinde İsrail Sina Yarımadası’nı işgale girişti, İngiltere ve Fransa da barış gücü mahiyetinde askerî birlik göndererek savaşı durdurmayı önerdiler. Ancak Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdul Nasır, İngiltere ve Fransa’nın önerisini reddetti. İngiltere ve Fransa bu cevap karşısında dünya ticaretinin zarar görmemesi gerekçesiyle bölgeye askerî harekât başlattılar ve böylece Süveyş Kanalı ve bölgenin kontrolünü ele aldılar. Bu krizin yaşandığı momentte her an aralarında büyük bir nükleer savaş çıkması beklenen Sovyetler Birliği ile ABD iki müttefik gibi davranarak İngiltere ve Fransa’nın işgal girişimine şiddetle karşı çıkmış, Londra ve Paris’e nükleer saldırı tehdidinde bulunmuşlardı. Bu tehditlerin sonucunda İngiliz ve Fransız işgal güçleri geri adım atarak bölgeden çekilmek zorunda kalmıştı.[8]
Dünya siyasetinde ölçüsüz bir şekilde yere göğe sığdırılamayan Siyonist İsrail, Süveyş Kanalı’nı işgal etti ancak burada kalamadı. Kanal Krizi İngiltere için büyük bir dönüm noktasıdır, bu olayda finans sermayesinin belli ölçülerde de-militarize ettiği İngiliz savaş makinesi büyük bir hezimet yaşamıştır. Bu noktadan sonra Orta Doğu coğrafyasında emperyalist askerî bir varlıkla barınamayacağını anladığında finans sermayesinin yumuşak güce dayalı unsurlarıyla bölgedeki varlığını devam ettirmiştir. 1963 senesinde Kennedy suikastı sonrasında ABD, İngiltere tabanlı finans sermayesinin kontrolüne girmiş, hâliyle ABD’nin savaş makinesi de İngiliz sisteminin bir aparatına dönüşmüştür.[9]
***
Güncel duruma geri dönecek olursak, Hamas’ın operasyonu ve devamında İsrail’in hava saldırısı, tarafların kendi iç çelişkilerinin zoruyla gerçekleşen olaylar olabilir. Ancak teşvik edici, tetikleyici, hamleye zorlayıcı ihtimalleri de düşünmek gerekiyor. Mart ayında Tel Aviv’deki büyük eylemlerin yapıldığı sırada Biden, yukarıda bir nebze arka plânını sunmaya çalıştığımız gerekçelerle Netanyahu’yu devirmekle tehdit etmişti. İktidarda olan İsrail sağı da ilginç bir şekilde ABD’nin İsrail’i içeriden karıştırdığını söylüyordu. O günlerde İsrail tarihinde hiç olmayan şeyler oluyordu. Hükûmetin çıkarmak istediği yargı reformu çok geniş yığınlarca protesto ediliyordu. İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant yargı reformunun durdurulması yönünde açıklamalar yapmış, sonrasında ise Netanyahu tarafından görevinden alınmıştı. Gallant’ın görevden alınmasıyla Tel Aviv’de yaklaşık yüz bin kişi anayolları kapatmış, grevler, gösteriler iyice tırmanışa geçmişti. Öyle ki reforma karşı çıkarak görevlerini bırakma kararı alanlar arasında savaş pilotları, denizaltı subayları ve gönüllü yedek askerler de vardı. Cumhurbaşkanı Herzog, yargı reformu plânının durdurulması yönünde çağrıda bulunmuş ancak Netanyahu Hükûmeti bu çağrıyı sessizlikle geçiştirmişti. Yargı reformuna karşı çıkan muhalefet, iktidarda bulunan sağ koalisyonun yargı reformu yoluyla devlet içindeki kontrol-denge mekanizmalarını yok etmeye çalıştığını, bunun da ülkeyi bir çeşit diktatörlüğe dönüştüreceğini söylüyordu.
Bu gelişmeler yaşanırken eski İsrail Başbakanı Olmert ise “İsrail’in bir iç savaşa girdiğini” söylüyordu. Netanyahu hakkında yolsuzlukla ilgili yargılamalar da bu ortamın tuzu biberi olmuş, İsrail’de kriz iyice derinleşmişti. Sonuçta krize sebep olan tasarı bütün bu tartışmaların ve gerilimlerin arasında kabul edilmişti. Aşırı sağ koalisyon tarafından tasarının kabul edilmesi Filistin cephesince de tereddütle karşılanıyordu. Bu boyutta sağ koalisyon hükûmeti, tarihinde bir örneği daha olmayan kutuplaşmış, bölünmüş İsrail toplumunu yeniden birleştirmek için Hamas’ı Aksa Tufanı adlı operasyonu yapması konusunda tahrik etmiş olabilir. Tasarının kabulünün hemen sonrasında aşırı sağcı İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir, Mescid-i Aksa’ya baskın düzenleyerek, “Sağ, sol, dindar, laik. Hepimiz aynı insanlarız. Bir terörist bize baktığında aramızda ayrım yapmaz. Birlik önemlidir, İsrail sevgisi önemlidir,” şeklinde konuşarak bölünmüş İsrail toplumuna “birleştirici” bir zemin işaret etmişti.[10] MOSSAD’ın yaklaşan bir saldırı istihbaratını bildirdiği ancak Netanyahu Hükûmetinin bu istihbaratı görmezden geldiğiyle ilgili bilgileri de bu açıklamaya dâhil edebiliriz.[11]
Başka bir düzlemde benzer bir moment 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye’de yaşanmış, bu seçimlerde AKP, iktidar olduğu 2002’den beri ilk defa Meclis çoğunluğunu kazanamamıştı. Çeşitli nedenlerle hükûmet kurulamaması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan erken seçim kararı almıştı. Sonrasında ülkeyi seçime götürecek olan geçici hükûmet kurulmuş, YSK da seçim tarihi olarak 1 Kasım 2015’i belirlemişti. Devlet, Haziran 2015’ten Kasım 2015’e kadar Kürt burjuvazisinin de desteğini alarak bölgede çukur-hendek operasyonlarını başlatmış, çatışma ve savaş ikliminin yükseltildiği bu ortam toplumun “milliyetçilik” ekseninde konsolide olmasını koşullamıştır. Kasım 2015 Seçimlerinde AKP, oylarını %40,87’den %49,50’ye çıkararak ezici bir Meclis üstünlüğü sağlamıştı.[12]
Bu iki olay arasında kuvvetli bir şeklî benzerlik mevcuttur. İsrail toplumunu muazzam derecede bölmüş ve kutuplaştırmış olan tasarının kabulünün hemen sonrasında İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir’in Mescid-i Aksa’ya düzenlediği baskın, Hamas’ı zaten hazırlıklı olduğu bir hamleye zorlamak için de yapılmış olabilir, çünkü toplumları yönetme “kabiliyetine” sahip devletlerin aklı böyle çalışıyor.
Görsel 2: Aksa Tufanı Operasyonu’nu Gösteren Uydu Fotoğrafı
***
Yazı kapsamında Filistin-İsrail Savaşı’nın ortaya çıkışına dair maddî-somut zeminde ve olgusal düzlemde üç farklı açıklama-ihtimal-teori üzerinde durduk. Bunlardan hangisinin geçerli olduğunun anlaşılması için ortama hâkim olan tozun-dumanın bir nebze olsun dağılması gerekiyor. Bu açıklamaların her birinin farklı ağırlıklarının olduğunu belirtmek gerekiyor. Emperyalistler arası mücadele modeli uyarınca yapılan bu değerlendirmeler jeopolitik projeksiyonla da uyumludur. Aceleye getirilmiş, maddî zeminden yoksun, olgusal verilerle desteklenmeyen keyfi değerlendirme ve kanaatler çoğunlukla hızlıca geçersizleşiyor. Şöyle ki; Üçüncü Dünya Savaşı beklentisi ve bu beklentiye yönelik söylemler çok uzun zamanlardan beridir tedavülde bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın daha enkazı orta yerde duruyorken Üçüncü Dünya Savaşı’nın yakın olduğu kuvvetli bir şekilde dillendiriliyordu. Kore Savaşı, Soğuk Savaş, nükleer silâhlanma yarışı vb. süreçlerde de bu beklenti tavan yapmış durumdaydı. Henüz 1960’lı yılların başında Sovyetler Birliği Küba’ya nükleer füzeler, ABD de Kars’a Jüpiter Füzeleri konuşlandırmıştı. Yani yeni bir dünya savaşı beklentisi 1950’li yıllardan günümüze, yaklaşık 70 küsür senedir canlı-kanlı bir meseledir ve her dönem ortaya çıkan çatışma, gerilim ve savaşlarda mutlaka bu ihtimal pazarlanmaktadır. Nesnel olarak elbette bir dünya savaşı olasıdır ancak bunun kapitalistler arası çok büyük enerji birikimlerine tekabül etmesi gerekiyor. Kapitalist bloklar arası sürtüşme-çelişki ve uzlaşmazlıklar henüz o seviyede mi? Tartışılması gerekiyor…
İrfan Özgül
21 Ekim 2023
Dipnotlar:
[1] Richard Sehrlich, “Yoksa Çin İsrail’le mi Yakınlaşıyor?”, 4 Ocak 2019, Yeni Dünya Gündemi.
[2] İrfan Özgül, “Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’nden Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’ne Çatışma Ekseni”, 21 Mart 2023, Sosyalizm.
[3] Assaf Orion, David Feith, Elliott Abrams ve Jonathan Schachter, “Watch the Recording of Our Event on Israel’s Place Between the U.S. and China”, 6 Ekim 2022, Mosaic.
[4] Assaf Orion, David Feith, Elliott Abrams ve Jonathan Schachter, a.g.m.
[5] George Friedman, “ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi ne anlama geliyor?”, 5 Temmuz 2021, Independent Türkçe.
[6] Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler kalan son Anadolu topraklarının Yunanistan tarafından işgal edilmesini teşvik ediyor ve destekliyordu. İngilizler Yunanlara silâh, mühimmat ve askerî danışmanlık sunuyordu. Ancak başka bir moment oluştuğunda, Kemalistlerin millî mücadelede hâkim güç hâline gelerek Mîsâk-ı Millî sınırlarını kabul edip tampon devlet olmayı seçtiğinde, İngiliz sistemi Yunanlılara olan bütün desteğini çekmiş, Anadolu’dan süpürülmelerine izin vermiştir.
[7] “‘Sizin kazanmanızı istiyoruz’ diyen Sunak’ı eli cebinde karşıladı”, 21 Ekim 2023, Dünyadan Haberler; Selim Atalay, 19 Ekim 2023, X; ConflictTR, 20 Ekim 2023, X.
[8] İrfan Özgül, “Kapitalist Dönüşüm”, 17 Nisan 2022, Sosyalizm.
[9] Konunun bu boyutu dallı budaklı bir mahiyete sahip olup, daha geniş bir perspektifte adı geçen “Kapitalist Dönüşüm” başlıklı çalışmada ele alındı.
[10] Seher Altun, “İsrail’de Yargı Reformu Krizi Filistinliler İçin Ne İfade Ediyor?”, 15 Ağustos 2023, Orsam.
[11] Hamas’ın saldırısı ezber bozacak ölçüde sarsıcı bir niteliğe sahipti. Bu boyutta ve çapta bir saldırının öngörülemediğini söyleyebiliriz. Netanyahu Hükûmetinin kendisine gelen istihbaratı görmezden gelmesi muhtemelen daha küçük çaplı bir saldırı beklentisiyle ilgiliydi.
[12] İrfan Özgül, “Seçimler ve Devlet”, 2 Mayıs 2023, Sosyalizm.