Ulusal geleneklerimiz sayesinde, şiddet eylemleri, bizim için zengin bir mit kaynağı ve güç unsuru. Kuvayı Milliye’nin verdiği mücadele kıyıcı şiddet yönü ile göze çarparken, bu barbarlık Millî Mücadele için tehlikeli addedilip kurtulunmak istenmiş ve silâh tekeli tamamen devlet güdümüne alınmıştır. Devletin uyguladığı güç ise meşru kabul edilmiştir. Peki, bu destansı kurtuluş mücadelesi çekip çıkarıldığında Cumhuriyet’in Kuruluşu’ndan geriye ne kalıyor, halkının barbarlığından korkan bir devlet mi, konformist bir halk mı, yoksa hayatta kalmak için hürriyetinden vazgeçen bir insan topluluğu mu? Bütün bunların sebebi ise kendi kendimize bir değerlendirme yapamıyor oluşumuz mu?
Cumhuriyet’in kuruluşunu ve Millî Mücadele’yi yalnızca zafer, birlik ve ilerleme gibi yüceltilmiş temalarla değil, aynı zamanda şiddet, korku, kontrol ve bastırma bağlamlarında ele almalıyız. Kuvayı Milliye’nin yerel, düzensiz ve zaman zaman keyfi şiddet pratiği, özellikle düzenli ordu kurulurken “tehlikeli” olarak kodlanmıştır. Devletin şiddet tekelini tesis etmesi, modern devlet inşasının klasik bir adımıdır. Bu durum, vesayetçi ve merkezî bir yapının temelidir. Halkı dönüştürmek ve terbiye etmek isteyen modernleşmeci bir akıl... Yüzeyde modernleşmeye ayak uyduran ama derinlerde dönüşmemiş ve edilgen bir halk… Rejimin taleplerine uyum sağlamakla yetinmiş bir kitle…
Kemalist “devrim”in tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kopuş olduğu anlatısı yaygındır. Cumhuriyet öncesindeki devrimler ve reformlar ikinci plâna atılır. Bakıldığı zaman ise 1908 Devrimi nasıl “mülklü zümreler” lehine konum almışsa Kemalist Cumhuriyet için de aynısını söyleyebiliriz. 1908 Devrimi ve Kemalist Cumhuriyet modernleşme çabalarıyla birlikte sağlanan merkezîleşmenin son adımları olmuşlardır. Ayrıca, “1908 Devrimi’ne ‘İkinci Meşrutiyet’ adını koymak ve tarih kitaplarında, sanki monarşist düzen, tamamıyla yıkılacağı ve ortadan kaldırılacağı 1 Kasım 1922 tarihine kadar kesintisiz devam etmişmiş gibi bir tarih dışı anlatım sürdürmek bugün bilimsel değil, ideolojik bir konumu belirlemektedir. Anayasa Hukuku açısından monarşist rejim –yani ancien regime– 1908 yılı temmuzunda tarih oldu” (Kansu, 2002, s. 4).
Halkımızın gözünde İslam’ın araçsal, yani ritüel ağırlıklı kısmı nasıl yaygınsa Kemalizm’i dirençli ve dayanıklı kılan da bu pratik yönüdür. Kemalizm’i, salt bir ideolojiden çok, bir eylem ve yönetim tarzı, bir pratik inanç sistemi olarak kavramak daha doğru. İslam’ın ritüel ağırlıklı pratiği ile Kemalizm’in araçsal ve eylemsel yönü arasındaki paralellik, Türkiye’deki siyasal kültürün dinî ve seküler kutuplarının aynı işleyiş mantığını paylaştığını gösterir. Kısaca Kemalizm araçsal ve eylemsel yönü ağır basan bir doktrindir. Kurtuluş Savaşı’nın ve gazilik itibarının avantajıyla oluşturulan ideolojimsi, şehirli zümreler başta olmak üzere, gelecek nesillere aktarılmış ve dokunulmaz hâle gelmiştir. Kemalizm’in hâlen varlığını sürdürmesinde bu ideolojinin gittikçe büyüyen bir yöntemden ibaret olması, kısaca basit oluşu önemli bir etken. Bu açıdan Kemalizm (şimdi Atatürkçülük) doktrininin kökenini Jön Türk düşüncesi ile ilişkilendirebiliriz. Çünkü “Jön Türklerin ideolojik tartışmaları önemlidir, ama aynı zamanda, iktidarı fiilen elinde bulunduran kişilerin ideolog değil eylem adamı olduğunun vurgulanması da önemlidir” (Zürcher, 2012, s. 199). Kemalizm doktrininin alt şubelerinden olan milliyetçilik ise Türkiye sınırları içinde sağı ile olsun, solu ile olsun yine bir dine dönüşmüştür. Banal şovenlik ise cabası.
Bugüne değin süren bir durumu da aktarmama izin verin: “Cumhuriyet’in de kendinden önceki çağdan devraldığı ve kesinlikle gideremeyip ancak keskinleştirdiği sınıfsal terslik devam ediyor. Yoksul halk geleneksel ideolojik yapısını sürdürüyor. Siyasette de ‘sağ’ denilen cenahta yer alıyor. ‘Varlıklı’ ve ‘okumuş’ olanlar, Batı toplumlarında kitlesel olarak ‘sağ’da olması beklenecek kesim, burada tanımı kendinden menkul bir ‘sol’da” (Belge, 2018, s. 32).
“Sınıf” kavramını ise yalnızca ekonomik pozisyona hapsetmek, işçi sınıfının tarihî ve toplumsal bağlamda nasıl şekillendiğini göz ardı eder. Böyle bir durum işçi sınıfının reformist eğilimlerini anlamak yerine, onları yüzeysel bir şekilde eleştirmeye yol açar. Marksist teorinin evrensel ilkelerini yerel tarihî ve toplumsal bağlamlara uyarlamak mecburiyetindeyiz. Türkiye gibi ataerkil değerlerin güçlü olduğu toplumlarda işçi sınıfının patronlarıyla kurduğu ilişkiler sadece üretim ilişkileriyle sınırlı değildir. Bu ilişki toplumsal normlar ve değerler tarafından da şekillendirilir. Patron sadece işveren değil, aynı zamanda bir hami, koruyucu figür olarak algılanır. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin kültürel ve ideolojik boyutları da dikkate alınmalıdır. “Sınıf” meselesini yalnızca dış görünüşe, meslekî unvana veya sembolik göstergelere indirgemek Marksist teorinin özüne aykırıdır. Bu indirgemeci yaklaşımda sınıfın karmaşık yapısını basitleştirmeye yarar. Modern kapitalist toplumlarda sınıf farklılıkları çoğu zaman kültürel semboller ve tüketim alışkanlıkları aracılığıyla gizlenir. Bu tür gizlenmiş sınıf ilişkileri, toplumsal eşitsizliğin sürmesine zemin hazırlar. Bu nedenle de sınıfın çok boyutlu doğasını kavramak ve analiz etmek, toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesi için çok önemlidir.
Bahşiş siyaseti ve maddî teşvikler işçilerin sınıf bilincini şekillendirme ve etkileme potansiyeline sahiptir. Küçük ekonomik iyileştirmeler büyük siyasî değişim taleplerini bastırmak için kullanılmaktadır. Ödül beklentisi ise bireyler arasında rekabeti artırır ve kolektif dayanışma ruhunu zayıflatır. Kapitalist tüketim normlarına özenmek sosyalist idealler ile çelişir. İdeolojik sapmalara neden olur. Devrimci mücadelenin amacı, sadece yeni bir sınıfın iktidara gelmesi değil, aynı zamanda iktidarın doğasının sorgulanması ve dönüştürülmesi demektir. Sınıf mücadelesi sürekli bir direniş ve yeniden doğuş sürecidir. Mutlak kusursuzluk ve nihaî zafer mümkün değildir. Süreç dinamiktir, bu mücadele bireyin ve toplumun canlılığını, cesaretini ve ahlâkî enerjisini korumak için gereklidir. Tam bir zaferin getirdiği durağanlık, toplumun moral değerlerinin ve yaratıcı potansiyelinin zayıflamasına neden olabilir.
Eşitlik ve özgürlük arasındaki gerilime değinmemiz gerekir. Demokratik toplumlarda bireylerin eşitlik arzusu özgürlük arzusundan daha baskındır. Bu durum toplumu devlet müdahalesine açık hâle getirdiği için bireylerin özgürlüklerini koruma kapasitesini azaltır. Özgürlüğü teminat altına almak için herkesin iş birliği yapması gerekir ki bu da mümkün olmamakta. Böylece otoritenin yaptığı müdahaleler devletin rehberliği ve lütfu olarak görülüyor. Halkı bir arada tutacak örgütlenmelere olan ihtiyaç aşikâr. Burjuvazinin mevcut düzeni sürdürme arzusu ve toplumsal değişime karşı direnci düşünüldüğünde bu örgütlenmelerin burjuvazinin rehberliğinde gerçekleşemeyeceği anlaşılmalıdır.
Egemen sınıf yalnızca ekonomik güce sahip olanlardan oluşmaz. İdeolojik ve kültürel alanlarda etkili ajanlar mevcuttur. Bu ajanlar sermayenin çıkarlarını doğrudan savunmak zorunda kalmadıkları hâlde bile, mevcut düzenin sürdürülmesine katkıda bulunurlar. Bu ajanlar doğrudan kapitalist olmasalar bile, sermayenin çıkarlarını temsil eden bir yapı içinde hareket ederler ve mevcut düzenin yeniden üretilmesine katkıda bulunurlar.[1] Küçük burjuva ideolojisi emek siyasetinin devrimci potansiyelini zayıflatır ve örgütlü mücadeleye olan inancını zayıflatır. Emekçiler örgütlü ve bilinçli bir mücadele yerine, anlık ve plânsız tepkilerle hareket eder.
Modern zamanlarda açık şiddet yerini daha “sofistike” ama ahlâkî olarak daha sinsi bir suça, yani kurnazlığa bırakmıştır. Geçmişin toplumlarında kaba kuvvet ve hoyratlık yaygın olsa da aynı zamanda samimiyet, dürüstlük, adalet duygusu, geleneklere bağlılık gibi erdemler de güçlüydü. Oysa günümüzde, dışarıdan daha “uygar” görünen toplumlarda yalancılık, sahtekârlık ve dolandırıcılık gibi özellikler giderek norm hâline gelmektedir. Derin ve sistematik bir ahlâkî çöküş söz konusudur. Demokrasilerin ve piyasa ekonomisinin erdem ilkesi ile değil, çıkar ilkesi ile karakterize olduğu düşünülürse kurnazlık, marifet; sahtekârlık, beceri; dolandırıcılık, zekâ olarak yüceltilir.
Neoliberal başarı anlatısı dahi Türkiye gerçekleri ile uyumlu değil. “…Tek tük kişilerin sınıf engellerini atlayarak yükselmesi, sınıfsal eşitsizliğin olmadığı ve fırsat eşitliği sayesinde her çok çalışanın kazanıp yükselebileceği anlamına gelmediği gibi, tam tersine bu tür örnekler sınıf eşitsizliğinin sürmesinin ideolojik araçları olarak işlev görür” (Gülalp, 2018, s. 77).
İktidar mekanizması yerine iktidardakilere saldırmak daha kolay. İnsan zihni karmaşık mekanizmaları basitleştirir ve somutlaştırır. Ayrıca iktidar ilişkilerini, her yerde oldukları için zamanla kanıksarız. Türkiye özelinde ise güçlü liderlik makamı bizi sistemden çok şahıslara yönlendirmekte. Kısa vadeli dönüşüm için kişiler, uzun vadeli dönüşüm için yapı hedef alınmalı. Kişileri eleştirmek kolayken, yapıyı eleştirmek gereklidir.
Kapitalist-demokratik sistem, üretici sınıfların taleplerini sınırlı ölçüde sisteme entegre ederken (seçimler, sendikalar, sosyal haklar), asıl iktidarı (egemen sınıflar) koruma altına alır. Örnek vermek gerekirse, kitleler yapısal sorunlara karşı kişisel kurtarıcılar bekler; Imamson Project gibi. Demokrasi ve kapitalist sistem yapısal çelişki içindedir. Bu sistemde yolsuzluk bir istisna değil, normalin ta kendisidir. Seçimler, partiler, lobiler, medya düzeni… Hepsi çıkar ilişkilerine dayanır. Gerçek değişim yalnızca elitler arasında olacak, iktidar değişirken iktidar yapısı varlığını koruyacaktır.
Modern dünya, insanı yüzeyselliğe, gösteriye ve başkalarının onayına bağımlı hâle getirmektedir. Asıl kurtuluş ne gösterişli mitinglerde ne de popüler eylemlerde aranmalıdır. Asıl yenilenme; gölgede kalan, derinlemesine düşünen ve sessizce örgütlenen insanların çabasında saklıdır. Gerçek bilgi yaşamla doğrudan temas eden, gözlemleyen ve hisseden kişidedir. Her zihin kendi yöntemiyle dünyaya değerli bir katkı sunar. Sözleşmeler insanı düzenler ama yakınlıklar dönüştürür. Eylemler ve düşünceler arasında bir irade uyumu olmalıdır. Gerçek yakınlıklar bu içsel tutarlılık ile oluşacaktır.
Ergin Kurt
17 Mayıs 2025
Dipnot:
[1] “Haklı olarak egemen sınıf dediğimiz toplumun üst kademeleri elbette (sadece) kötülük peşinde koşan komplocu kapitalistler değildir. Saflarında aristokratlar, yargıçlar, kıdemli avukatlar ve rahipler, medya patronları, yüksek rütbeli subaylar ve medya yorumcuları, üst düzey siyasetçiler, polis memurları ve kamu hizmetlileri, profesörler (bunların arasında az sayıda siyasi dönek vardır), büyük toprak sahipleri, bankacılar, borsacılar, sanayiciler, üst yöneticiler, kamu okulları müdürleri vb. vardır. Bunların çoğu kapitalist değildir ama dolaylı da olsa sermayenin temsilcileri gibi hareket eder” (Eagleton, s. 196).
Kaynakça:
Akbulut, E., & Tunçay, M. (2016). Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası. İstanbul: İletişim Yayınları.
Belge, M. (2018). Siz İsterseniz; Popülizm Üzerine Yazılar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Benjamin, W. (2011). Tek Yön (5. b.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Çiçek, C. (2017). The Kurds of Turkey; National, Religious and Economic Identities. I.B.Tauris.
Eagleton, T. (2011). Marx Neden Haklıydı? İstanbul: Yordam Kitap.
Gülalp, H. (2018). Laiklik, Vatandaşlık, Demokrasi; Türkiye’nin Siyasal Kültürü Üzerine Çalışmalar. İstanbul: Metis Yayınları.
Gürses, M. (2018). Anatomy of a Civil War; Sociopolitical Impacts of the Kurdish Conflict in Turkey. University of Michigan Press.
Kansu, A. (2002). 1908 Devrimi (3. b.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Lenin, V. İ. (2014). Devrim, Demokrasi, Sosyalizm; Seçme Yazılar (2. b.). İstanbul: Yordam Kitap.
Pareto, W. (2018). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü, Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması (5. b.). Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Poulantzas, N. (2016). Faşizm ve Diktatörlük (3. b.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Somel, C. (2017/10). Sovyetler Birliği’nde Sınıflaşmanın İdeolojisi. Birikim (342-343), 145-167.
Sorel, G. (2021). Şiddet Üzerine Düşünceler. İstanbul: Telemak Kitap.
Suny, R. G. (1990). Bakü Komünü; Rus Devriminde Milliyet ve Sınıf. İstanbul: Belge Yayınları.
Tocqueville, A. d. (2015). Amerika’da Demokrasi, I. Cilt. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Tocqueville, A. d. (2016). Amerika’da Demokrasi, II. Cilt. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Wolff, R. D., & Resnick, S. A. (2016). Çatışan İktisadi Teoriler; Neoklasik, Keynesçi ve Marksçı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Zürcher, E. J. (2012). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (27. b.). İstanbul: İletişim Yayınları.