İki Cihan Âresinde Türk Dış Politikası


Tanzimat’a olumlu ve olumsuz bakışların ortak noktası aşağılık kompleksine yakın olmalarıdır. Modernistler, donmuş ve köhneleşmiş saydıkları düzene karşı batı tarzı kurumları almakla ne iyi edildiğini, Cumhuriyetin temellerinin atıldığını anlatıp dururlar. Muhafazakârlar için de yeni kurumların ithal malı oldukları ön kabuldür fakat onlara göre bu iş hayırlı olmamıştır; Tanzimat taklitçiliği ile geleneksel medeniyet sistemimiz çökmüş, fikrî esaret başlamıştır. Hâlbuki düzenin iki kanadının aksettirdiği kadar “yeni ve ithal” bir durum yoktur. Sınıflı toplumlar tarihi ve onun yapılarının özgün gelişim seyri bizde de caridir.

Tanzimat fermanı, klasik Osmanlı millet düzeninin yıkılması açısından önemli sayılabilir; bunun dışında devlet, 1839’a gelmeden evvel, ihtiyaç duyduğu bir takım esaslı bürokratik düzenlemeleri yürürlüğe koymuştu. Bu bağlamda, 1836’da bir dizi değişikliğin arasında reîsülküttablığın adı da hariciye nezaretine dönüşür. Tercüme Odası uzun süredir reîsülküttablığa bağlıdır ve Hammer’a göre en önemli ofislerindendir. Tanzimat döneminde, milletler hukuken eşitlenmeden önce, Rumların elinde olan Tercüme Odası’nın İslâmlaştırılması işi olabildiği kadar halledilmişti. Yine öteden beri reîsülküttablığa bağlı bulunan ve devletin iç siyasetini tanzim eden mühimme (eyaletlere çıkan fermanların kaydı, divan kayıt işleri), âmedî (sadaret ile padişahın yazışma işleri, başbakan veya bir nevi kabine sekreterliği), tahvil (yüksek memurların atama ve terfileri, bunlara toprak verilmesi işleri) gibi kalemler hariciye nezaretinde devam etti. İç işlerinin, dış işleri bakanlığında ne işi vardı?

Reîsülküttabın öneminin artmasının milâdı genelde şu şekilde verilir:

“1683–1699 bozgun yıllarından sonra Osmanlı Devleti artık savaş meydanlarında bir başarı peşinde koşmayacak, devletin devamı için diplomasinin yaşamsal önemini benimseyecek, yeni dönemde idarenin başına dış işlerini temsil eden reîsülküttablar gelecektir. Bunlardan ilki Karlofça Barış Antlaşması’nı imzalayan Râmi Mehmed Paşa’dır.”[1]

İlk köşe taşını bu genel kabule göre yerleştirebiliriz: Türkiye tarihinde diplomasi, devletin girdiği yeni evrede hayatiyet kazandığında iç siyaset dış siyasetle iç içe girer; bürokrasi buna göre şekillenir.

Rifa’at ‘Ali Abou-El-Haj, bu tarihsel dönemeci, modern devletin doğuşunda Türkiye’nin özgün dinamiklerini ortaya koymak açısından kullanır; 16. yy.’dan beri gelişmekte olan bir bürokrasi tasavvur eder. 16. yy. ve 17. yy.’da Türk devlet sisteminin şekillenmesinde; kapitalizmin gelişmesi, iç piyasanın inşası, kırın çözülmesi ve bunlara bağlı olarak yaşanan sınıfsal çatışmaların etkili olduğunu not ederek devam edelim. Abou-El-Haj, ABD’deki başkan sekreteri (secretary of state) ile paralellik kurar.[2] 1950’lere kadar, bölgesel çatışmaların dışında, temelde federal bir diplomasi imparatorluğu olan ABD’nin özgün tarihsel koşullarında, dış siyasetin devlet başkanı tarafından, sekreteri eliyle yürütüldüğü düşünüldüğünde konu daha anlaşılır hâle gelir. Bu sekreter bugün dahi iç işlerine ilişkin birtakım kararnamelerini tanzim etmeye, başkanın mührünü taşımaya, eyaletlerle ilişkiyi düzenlemeye devam etmektedir.

İkinci köşe taşını yerleştirebiliriz: Diplomatik dönemde iç siyasetin dış siyasete hâkim olması için (ister istemez tersi yönde bir akıma da yol açacaktır) idarenin –en azından zahirde– tek elde, devlet başkanında toplanmış olmasını gerekir. “Başkan/tek adam” idaresinin dışarıdan göründüğü kadar sistemsiz ve keyfi bir devlet işleyişi ifade etmediği de ele aldığımız olgunun bir yan çıktısıdır.

Bu modelin Türkiye’ye özgün yanı ise diplomasi devrine, savaşlar kaybederek, devlet ideolojisinde ciddi bir sarsıntıya yol açılarak girilmiş olmasıdır. Öyle ki resmî anlatıda Karlofça Antlaşması (1699) ile girilen yeni düzenin adı “gerileme dönemi”dir. Bu paradigma değişikliğinin içerde sarsıcı etkilerinin olması şaşırtıcı olmazdı. 1703 Edirne darbesine bu gözle bakılabilir. Dolayısıyla 17. yy. sonunda diplomasi, iç siyasetin doğrudan bileşenidir. Meselenin savaş sonrası yürürlüğe konan, dönemsel diplomasinin sınırlarını aşan yönü de vardır. Karlofça Antlaşması’ndan yaklaşık 50 yıl önce kurulmuş olan “Vestfalya Düzeni”ne dolaylı olarak dâhil olunmuştur. Artık Avrupa’da sınırlar hemen hemen bellidir; ülkeler genel bir saldırmazlık düzenine geçmektedir. Osmanlı için köklü bir zihniyet değişikliği gerektiren kabullerden bahsediyoruz. 

Türkiye’ye özgü üçüncü köşe taşı olarak: Başkan sekreterinin dış siyasetin başına geçmesini, dış siyasette –iç siyasette ve anlatıda hassas ayarlamalar gerektirecek düzeyde– ani bir dönüş yapılması ve dünyada oluşmakta olan yeni statükoya uyum şeklinde koyabiliriz.

Türkiye’de başkanlık sistemi, 1971 askerî muhtırasından bu yana tedricen inşa edilirken[3] 28 Mayıs 2023 seçimleri ile sağlamlaştırılmıştır. Bu süre zarfında dış işlerinin yürütülmesi fiilen Erdoğan’ın öz işi olarak kotarılmıştır. Cüneyt Zapsu’nun lobiciliği ve Egemen Bağış’ın devlet protokolünü aşan özel tercüman rolleri buraya denk düşer. Yalçın Küçük’ün, 2005 yılında Erdoğan tarafından özel tercüman ve memur olmayan tüccar danışman kullanılmasını savcılığa şikâyet etmesinin hukukî temeli vardır. Yapılan iş yasa dışıydı ancak Devlet açısından gayrimeşru değildi; hafızasında yeri vardı. II. Abdülhamid, amcasına yapılan darbe sonrası, II. Mahmut’tan bu yana bürokrasinin özerkleşme eğilimine karşı, iktidarı ele aldığında reîsülküttablığı zayıflatıp yabancı devletlerle antlaşma vb. işleri sadârete bağlamış ve dış siyasetin yürütümünü fiilen reîsülküttabtan kendi mabeynine (özel bürolarının ve görüşme alanlarının olduğu saray bölümü) taşımak zorunda kalmıştı. Erdoğan’ın ilk dönemi mabeyin siyaseti ile geçiştirildi ve bir hazırlık dönemine girildi.

Son  yirmi yılda, İbrahim Kalın ve Hakan Fidan’ın iç ve dış siyaset sahalarında yükselen kariyer kronolojileri, devletin yeni döneme hazırlığına işarettir. Askerlik döneminden beri dış politika ve istihbarat üzerine akademik araştırmalar yürüten Fidan, 2003’te TİKA’nın başına gelir. Kalın ise 2009’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dış politikadan sorumlu Başbakan Danışmanı olur. 2010’da Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün kurucu koordinatörüdür; aynı yıl Fidan MİT’in başına getirilir.[4] Kalın 2012 yılında Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevini alır. Erdoğan Cumhurbaşkanı oluğunda, Kalın Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı görevine gelir. 2014 tarihinde büyükelçi ve Cumhurbaşkanlığı sözcüsüdür artık. MİT, 2017 yılında doğrudan cumhurbaşkanına bağlanarak, teşkilâtın başkanı Fidan, devlet başkanının iç ve dış siyaset sekreteri pozisyonuna gelir. Kalın, 2018 yılında işlevleri arasına, Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Başkan Vekilliği ile Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığını ekler. Nihayetinde, 2023 seçimleri sonrası Kalın MİT Başkanı; Fidan ise Dışişleri Bakanı olur.

Özetlediğimiz süre zarfında Türkiye, güneyine doğru askerî ve idarî olarak yayılarak Suriye topraklarının bir kısmını fiilen yönetmeye başlamış, bu sahada Rusya dâhil olmak üzere savaş eylemelerine muhatap olmuş, Libya ve Doğu Akdeniz gibi deniz aşırı alanlara nüfuz etmiş, bu alanlarda fiilen sıcak çatışmalara girmiş, iktidarın belirlenmesinde rol almış, Azerbaycan-Ermenistan savaşına fiilen dâhil olmuş vaziyettedir. Nihayetinde, 2022’de başlayan Rusya’nın Ukrayna operasyonundan itibaren diplomasiye meyletmiştir.

Köşe taşlarını yerleştirmeye çalıştığımız model üzerinden gelinen aşamayı anlamaya çalışırsak, yeni ve çok yönlü bir diplomasi sürecine girilmekte olduğu, en azından son 10 yılda yürütülen yayılmacı politikadan dönüşte, devletin kendi kapasite sınırlarına dayanmasının etkili olduğu söylenebilir.[5] Devlet kapasitesinin yanı sıra, Karlofça öncesi Vestfalya dönüşümüne benzer, güçlerin dengelenmesi temelinde dünyanın yeni bir evreye girdiği de hesaba katılmalıdır. Polarizasyon, emperyalist merkezleri en azından dönemsel bir dengeye zorlamaktadır. Dönemin uzunluğunu kestirmek zordur. Bu dengenin kurulup kurulamayacağı da bugünden bilinemez ancak Türk devletinin çıkar yol olarak denge arayışında olduğu ve bu ihtimale göre konumlanarak hareket ettiği görülmektedir.

Model inşası bir ufka daha işaret etmektedir: Türkiye tarihini Batı merkezli ve iç dinamizmini yok sayarak okumak, giderek onu anlaşılmaz kılmaktadır. İrrasyonalizm ve tek adam eleştirisine odaklanmış analizlerin temelinde bu türlü bir kavrayışsızlığın ciddi etkileri vardır. Dahası iç dinamizmden yoksun bir coğrafya tasavvuru, dönüşüm ihtimallerine de kapıyı kapatmaktadır.

Râmi Mehmed Paşa’nın hikâyesine dönecek olursak, reîsülküttablık görevine geliş gidişleri oldu, 1703 Edirne darbesinde iki taraflı oynadı. Önce darbeyi kışkırttı, sonra II. Mustafa’nın yanında durdu veya onu Edirne sınırında ordu ile karşılaşmaya ikna ederek yanında durur gibi gözüktü ve devrilmesini sağladı. II. Mustafa’dan sonra Lale Devri, İran Savaşı ve bugünkü sınırları tahkim eden İran barışı yaşandı.

Onur Şahinkaya

15 Haziran 2023

Dipnotlar:

[1] Halil İnalcık, Devlet-i ‘Aliyye, 2. Cilt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2014, s. 82.

[2] Rifa’at ‘Ali Abou-El-Hac, Modern Devletin Doğası, İmge, 2. Baskı, Ankara 2018, s. 147.

[3] Onur Şahinkaya, “Başkanlık”, 1 Şubat 2017, İştirakî.

[4] Bildiğimiz kadarıyla Hakan Fidan’ın dışında MİT’in başına kurum dışından getirilen bir kişi olmuştur, o da büyükelçi Sönmez Köksal’dır (1992-1998). MİT’ten ayrıldıktan sonra aktif büyükelçilik görevine dönmüştür.

[5] Findley, Osmanlı bürokratik geleneğindeki muğlaklık, yolsuzluk, alt düzeylerde disiplinsizlik gibi geleneksel olgulara rağmen bir hiyerarşi kurulduğunu ve reformların geleceğe aktarıldığını söylüyor ki bu durum diyalektik olarak devlet bünyesinde zayıflıkların görülmesinin yanı sıra, yeni gelişmelere bir çeşit uyumu da kolaylaştırmış olmalı, Carter V. Findley, “The Legacy of Tradition to Reform: Origins of the Ottoman Foreign Ministry”, International Journal of Middle East Studies, 1970 - 1,  334-357, s.355 vd.