Loading...

İsyan Hikâyeleri: İtaatsizliğin Antropolojisi


Dünya tarihini değiştiren devrimlerin hikâyesi hemen hepimizin ilgisini çeker. Oysa her devrim, “sağduyu” sahiplerinin kınamaya hazır olduğu bir isyanla başlar. Dahası, devrim hikâyeleri, isyan zaferle taçlandıktan sonra ve genellikle mistik bir çerçevede yazılır. Bu hikâyeler bizi yer yer gururlandırsa da onlardan öğreneceğimiz çok az şey vardır.

Buna karşılık, başarısız isyanların tarihi genellikle isyanı bastıranlar tarafından yazılır. Bu isyanlar, kolektif hafızada hep “isyan” olarak kalırlar; başarısızlık isyanın kaderidir. Galipler ise bir isyancı olarak başlattıkları hareketi zafere taşıdıklarında hikâyelerini de yeniden yazarlar. Halklardaki isyan potansiyeline işaret eden ayrıntılar bu hikâyelerden özenle ayıklanır –ki zaferin mirasçıları aynı örneği izlemesin; kimse devrimi aşmaya çalışmasın. Artık itaat zamanıdır. “Düşman çoktu; topumuz, tüfeğimiz yoktu; elimizde orakla, satırla savaştık” vb. anlatılar, diğer şeyler yanında, bunu da ima eder.

Oysa bastırılan isyanların hikâyeleri de en az zafere ulaşanlar (ki artık ‘isyan’ değildirler) kadar ilgiyi hak etmektedir.

Yazarlarımızdan Muhsin Altun’un İsyan Hikâyeleri de bu anlamda özel bir ilgiyi hak ediyor. El Yayınları arasından çıkan kitabında yazar, kendi ifadesiyle “Türkçe okurlar için ‘egzotik’ sayılabilecek” diyarlardan, Pasifik’ten (Fiji, Solomon Adaları, Java) ve Siyah Afrika’dan (Igboland/Nijerya) dört halkın direniş ve isyan hikâyesini aktarıyor. Hepsinde de ortak nokta, sömürge idaresi üzerinden aynı zamanda ilk kez devlet otoritesi ile karşılaşmaları. Bu karşılaşmanın yol açtığı gerilimi, bazen belirgin bir itaatsizlikle ama çoğu kez organize bir şiddetle dışa vuruyorlar.

Dışa vurum örüntüleri, büyük ölçüde maddî yaşamın üretim koşulları ve kültürel üstyapının müşterek etkisi altında gelişiyor. Örneğin Fiji’nin “Toprak İnsanları”, kolektif geçim ve inanç sistemlerine yönelik müdahalelere karşı, yazarın “Vaiz” adını verdiği mistik bir Tuka rahibi etrafında örgütleniyorlar. Dar alanlarda çapa tarımıyla geçinen Solomon Adaları’nın Malait halkları (Dağ İnsanları) ise kadim geleneklerinin koruyucusu saydıkları ata ruhlarından yardım alıyorlar. Geçmiş ataların özenle saklanan kafatasları, kabile toprakları için sınır taşı işlevi görüyor.

Sömürgecilerin bu direniş ve derlenişe yanıtı, şaşırtıcı olmayan biçimde orantısız şiddettir. Yerli halkların aşina olmadığı ateşli silâhların korkutucu gücü, kıyımlar, köy yakmalar ve sürgünleri kolaylaştırır. Orantısız şiddet, gönüllü vaftizler ve zorunlu vergilerin önünü açar. Vergi, isyancı halkların deneyiminde kamu hizmetlerinin finansmanına değil, onları gelişen kapitalist üretim ilişkilerine ve ucuz emek piyasasına entegre etmeye yarayan bir araçtır. Misyoner örgütleri, yerlilerin ruhlarını sömürgeci nüfuzuna açmakla görevlidir: “Artan vaftiz sayısı ile emeğin marjinal verimi arasındaki sıkı ilişki, plantasyon sahiplerinin misyonlarla dayanışması için simbiyotik bir çerçeve sağladı.”

Bu sürecin katalizörü ise genellikle şeflik düzeyinde örgütlenmiş ya da bizzat sömürgeci tarafından atanmış yerel işbirlikçilerdir. İsyan Hikâyeleri, sömürgeciliği ve emperyalizmi lânetlerken çoğu kez unutulan bir gerçeği tekrar hatırlatıyor: Sömürgen güçler, modern cebir ve şiddet vasıtalarından ziyade (bu seçenek hiçbir zaman dışlanmamış olsa da) “yerel siyasal yapılarla ittifaklar kurabildikleri ölçüde” hâkimiyet kurdular. Bu yapıların yokluğunda kendi yerli işbirlikçilerini yarattılar. Tahsildarlar, misyonerler, tüccarlar ve yerleşimciler, bu işbirliğinin güvencesi altında kıyılardan iç kesimlere doğru ilerlediler.

Ancak bu ilerleme, karada ve denizde konuşlu ateş destek vasıtalarına rağmen kolay olmadı. Çünkü “Yerli”, ana akım anlatıların aksine “sömürgenlerin maddî ve kültürel ürünlerinin pasif bir alıcısı olmaktan ziyade, tutumları ya da tepkileri onların müdahale kabiliyetine bir dereceye kadar kısıtlama getiren aktif bir katılımcıdır.” Seçilen hikâyeler, bu tutum ya da tepkilerin alabileceği biçimler hakkında fikir vermektedir.

Birinci Hikâye, İngiliz “dolaylı yönetim” modelinin işleyiş mantığına meydan okuyan Fiji’nin Toprak İnsanları’nın mistik inanışlar üzerinden nasıl örgütlendiğini anlatıyor. Hikâye, “Tuka Kültü” olarak kayıtlara geçen bu örgütlenişin sömürgeciler ve işbirlikçileri tarafından nasıl algılandığını da ortaya koyuyor.

İkinci Hikâye’de, “hükûmeti önemsiz bir şey kadar bile önemsemeyen” Dağ İnsanları’nın (Malaita adası) önce İngiliz sömürge idaresi, ardından Solomon Adaları hükûmetine karşı giriştiği uzun soluklu mücadele anlatılıyor. Sömürgecilere şiddetin uç formlarını tanıtan Malaitler, bu mücadelede güç aldıkları atalar dininin intikamcı ilkelerini önce radikal Hristiyan mezheplerinde ve nihayet İslam’da keşfederek özgün bir isyan hikâyesi yazıyorlar.

Üçüncü Hikâye’nin kahramanları ise Java adasının Saminist köylüleri. Pasif direniş ve itaatsizliğin kitabını yazan Saministler, Âdem Dini’nin “İnanç Kardeşliği” (Wong Sikep) öğretisinden güç alarak otorite figürlerine meydan okuyorlar. Hem Hollanda sömürge idaresi döneminde hem de Endonezya egemenliği altında çocuklarını okula/camiye göndermeyi reddeden Saminist topluluklar, merkezî otoritenin vergilendirme girişimlerine şu yanıtı veriyorlar: “Wong Sikep vergi bilmez.”

Saministlerle aynı fikirde olan Dördüncü Hikâye’deki İgbo (Güneydoğu Nijerya) kadınları, sömürge idaresinin ve onun yerli işbirlikçileri olan atanmış şeflerin “üzerine oturarak” vergilendirme plânlarını boşa çıkarmayı başardılar. Dahası, geleneksel anlamda hiçbir otoritesi bulunmayan atanmış şeflerin hegemonyasına son verdiler. Bunu, İgbo kadınlarına özgü “üzerine oturma” adı verilen geleneksel gösterilerle başardılar. Şiddet, sömürge idaresinin bu gösterilere verdiği silâhlı yanıtın bir sonucuydu. Yazar, Afrika halklarının kolektif hafızasına “Kadınlar Savaşı” olarak kazınan çatışmaları, Türkiye’de çok az bilinen ayrıntılarıyla nerdeyse canlı yayın havasında aktarıyor.

Kitabın son bölümü (Sonsöz: Sömürgeleştirilen Korku), isyancıların sömürgecilerde (yöneticiler, misyonerler, tüccarlar, yerleşimciler) yarattığı korku ve kaygıların patolojik doğasını özetliyor. Bu korku ve kaygılar, şiddetin tırmanmasına ve yerliler üzerinde daha sıkı bir sömürge kontrolünün kurulmasına yol açsa da son tahlilde “sömürge imparatorluklarının kırılganlığını ortaya koydu ve bu kırılganlık da nihayetinde onların sonunu getirdi. Sömürgenler emperyal sinir krizlerini yönetmede başarılı olamadılar.”

“Otorite ve hiyerarşi nefreti”, aktarılan hikâyelerin dördünü de çapraz kesen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Devletin, eş deyişle merkezî siyasal örgütlenmelerin yokluğunda, bu halklar kuralsızlık ve anarşi içinde yaşamıyorlardı. Bilâkis, kolektif üretim ilişkilerinin koşullandırdığı komünal gelenekler ve konsensüse dayalı karar alma usullerinin karakterize ettiği bir sosyal örgütlenmeleri vardı. Onlar, içerisinde yer almadıkları, öznesi ya da bileşeni olmadıkları harici yapıların kendilerini yönlendirmesine ya da sınırlandırmasına tepki gösterdiler. Onların isyanını incelerken Clastres’in “devlete karşı toplum” tezine yaslanan yazara göre, bu toplumlar için asıl sorun, basitçe sömürge idaresinin hoşnutsuzluğa yol açan müdahaleleri değil, sömürgeci kurumsal yapılar formunda zuhur eden devlet aygıtının kendisidir. Bu toplumlar, devlet benzeri bir siyasal yapının zuhurunu önleyecek şekilde, “devlete karşı” yapılanmışlardı. Dolayısıyla, onların itaatsizlik, isyan ya da şiddetini, sömürgeciler üzerinden devlet aygıtına verilmiş bir mesaj olarak okumalıyız: Bizi rahat bırakın!

Bir İgbo kadınının sayım memurunu rezil ettiği, sömürge valisinin ve misyonerin kafatasının yerli savaşçılar tarafından parçalandığı anları anıtlaştıran yazar, “şiddetin her türlüsüne hayır” diyen sözde sağduyu sahiplerini bu mesajın kristal parlaklığı ile tanıştırıyor. Yerlilerin Beyazlara karşı giriştiği her eylemde bu tanışıklığımız pekişirken Giriş’te okuyucudan istenen “isyancılarla ve itaati reddedenlerle empati kurma” çağrısı anlam kazanıyor. Bu çağrı, meşruiyetini Mao Zedong’un o ünlü sözünden alıyor: “İsyan etmek haklıdır.”

İsyan Hikâyeleri, sadece hikâye anlatmıyor; itaatkârlık ve itaatsizlik kavramlarını antropolojik bir perspektiften irdeliyor. Bunun için Marx’ın –Felsefenin Sefaleti’nde– geliştirdiği “iyi yan-kötü yan” dikotomisinden yararlanan yazar, “düzen” merkezli sosyal-siyasal kuramların, isyan, devrim ve çatışmayı “yıkıcı, ayrıştırıcı ve işlevsiz” olgular olarak ele almasını eleştirerek, itaatsizlik ve isyanı, tarihin tekerleğini döndüren kötü yanlardan biri olarak kavramayı öneriyor. Bu kavrayış ışığında aktarılan isyan hikâyelerinin bütünü, Weberci “meşru şiddet” tekelinin devlete değil halka ait olduğunu ima ediyor.

Kitabın sonunda geniş bir kaynakça buluyoruz. Yazar, hem argümanlarını temellendirmek hem de isyanları “ordaymış gibi” aktarabilmek adına çok sayıda İngilizce kaynaktan yararlanmış. Hemen her sayfada karşılaştığımız metin içi atıflar, yer yer okuma konforunu bozsa da yazarın neden böyle yaptığını tahmin etmek zor değil: Okurların az çok aşina olduğu tarihî olaylar (örneğin Celâlî ya da Babaî isyanları gibi) işleniyor olsaydı muhtemelen bu kadar yoğun atıf ve kaynağa ihtiyaç olmayacaktı. İsyan Hikâyeleri, aynı zamanda tarihleri ve kültürleri itibarıyla Türkiye’de çok az bilinen ülkelerin (Fiji, Solomon Adaları, Java, İgboland) halklarını tanıtıyor. Böyle olunca, “çok uzaktaki” halkların tarihinde önemli yer tutan olayların efsane ve kurgularla karıştırılma olasılığına karşı sahiciliği güvenceye alma kaygısının öne çıkması anlaşılır bir durum.

Zengin bir kaynakça eşliğinde aktarılan hikâyeler, bir taraftan evrende yalnız olmadığımızı hatırlatırken diğer taraftan isyan ve direniş hareketleriyle ilgilenen araştırmacılara güvenilir bir başvuru kaynağı sunuyor. Dış kapak yazısı ise kitabın saygın amacını özetliyor: “Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey, uysallık ve itaatin değil isyan ve uyumsuzluğun –politik olarak uygulanabilir– bilgisidir. İsyan Hikâyeleri, bu bilgiye götüren yoldaki işaretlerden biri olabilir.”

Sosyalizm.org

6 Kasım 2025