On Eylül


Türkiye İştirakiyun Teşkilâtlarının Birinci Kongresi

Siyasal Eylemimizin Başlangıcı ve Kısıtları

Türkiye Devrimci Hareketi, tarihi boyunca, sosyalist ideolojideki gelişim aşamalarını, akımları yakından takip edip bunlara göre konum almış, bunlardan kimisini benimseyip kimisi ile tartışma içerisinde olmuştur. Maoizm, SBKP Siyaseti, Troçkizm, Latin Amerika kaynaklı gerillacılık Türkiye’de ciddi muhataplar bulmuş, bu akımlardan bir kısmı, özellikle 70’lerde, birer mücadelede bayrağı hâline gelmiştir. Siyasal yapıların baskılanıp zayıf düşmelerinden sonra siyasal yapılar üzerinden temsil edilen sol fikir akımlarının kitlelerde pek bir izi kalmadığı görülmüştür. Çin’de yüz milyonların aktif katılımı ile kurulan Maoizmin, Doğu Avrupa’dan Orta Asya içlerine kitlelerin günlük yaşantısından edebiyatına nüfuz eden SBKP politikalarının, Türkiye’de yıllarca, güçlü sendikalara, çok okunan gazetelere, üniversitelerde kitlesel derneklere hâkim siyasetler tarafından temsil edilmelerine rağmen, halk nezdinde anlamlı bir birikim oluşturamamalarını neye bağlamak gerekir?

İlk elden şunlar söylenebilir:

1. Türkiye’de her türlü sol akım ideolojik olarak temsil edilmiş, ancak siyaseten temsil edilmemişlerdir. Kendi coğrafyalarında güncel sorunlara devrimcilerin verdiği güncel cevapların formülize edilmiş hâli olan bu akımlar, “bize bu formül uyar mı uymaz mı?” üzerinden ele alındı, güncele inemedi, idealize kaldı.

2. Bu akımlar yerli değillerdi (Kulağa basit gelen bu çıkarım, komünizm düşmanı sağ ideologlar tarafından da kullanılır, onlar kendilerince bir tehlikeyi savuşturmak maksadı ile halkın öz değeri varsaydıkları “Türklüğe-İslamlığa uymaz” gördükleri sol akımları dışta tutabilmek için bu lafı ederler. Biz ise coğrafyanın içinden geçtiği ateş ile pişmeyen, insanın rengini almayan fikrin, o coğrafyada bir yere kadar yol açıcı olacağını vurgulamak için bu lafı ediyoruz. Yoksa onların buralı olmamaları onların ezilenlerin fikri, eylemi oldukları gerçeğini yadsımaz).

Bu iki tespiti biraz daha somutlarsak, sözgelimi son on yılda, genel seçimler konusunda Maoistlerin Maoizmden kaynaklanan, Sosyalist Devrimcilerin Sovyetçilikten kaynaklanan bir tavır farklılığına işaret edebilir miyiz? Hadi diyelim, şimdi tavrımızı anlaşılır şekilde ortaya koyup farkları duyuracak araçlardan ve etki gücünden yoksunuz; örneğin 70’lerde solda duran halk kitlelerinin CHP ile kurdukları ilişki biçimine dair Sovyetçilerin, Şehir Gerillacılığını savunanlara göre, Sovyetçilikten kaynaklanan farklı tutum alışları ilk anda aklımıza gelir mi?

Önce büyük bir fikir bulup ya da kurup sonra onu olaylara uygulamak mümkün olmuyor; aksine büyük fikirler, sayısız olayın ve eylemin detayında, tavır alışlarda ve sonrasında yapılan tahlillerle şekilleniyor. Leninizm de öyle. Leninizmin şekillenme aşamalarından birini temsil eden Sol Komünizm eseri, gerici sendikalarda çalışma yürütmekten, burjuva parlamentolarında siyaset yürütülüp yürütülemeyeceğine dair türlü tartışmayı o günkü muhatapları ile yürütüyordu. Lenin’e göre, “Gerek Churchill ile Lloyd George arasındaki görüş ayrılıkları… gerek Henderson ile Lloyd George arasındaki görüş ayrılıkları, … sadece, bilinçli, inanmış, teorik bakımdan yeterli bir propagandacı olmakla yetinmeyen, ama aynı zamanda devrimde yığınların pratikte kılavuzu olmak isteyen komünist, bu ayrılıkları göz önünde tutmayı bilmeli, bu ‘dostlar’ arasındaki kaçınılmaz çatışmaların, onları zayıf düşürecek olan çatışmaların ne zaman tam olgunluğa erişeceğini doğru olarak kestirmelidir.” Kendisi de devrime yürürken böyle yapıyordu. Yine Lenin’e göre, devrimciler gerici gördükleri sendikalarda da çalışmalı, parlamentolara girmeliydiler, zira “biz, sosyalizmi kurma işine, hayali ya da bu maksatla özel olarak teşkil ettiğimiz insan malzemesiyle değil, kapitalizmin bize miras bıraktığıyla girişebiliriz ve girişmeliyiz. Hiç şüphe yok ki, bu, çok zor bir iştir; ama soruna bunun dışında bir yaklaşış, o kadar ciddiyetten uzaktır ki, bunun sözünü bile etmek gereksizdir.” Lenin, 1920’de devrimini yapmış Rusya ve devrimini yapmasını beklediği Batı koşullarında böyle düşünüyordu. Tabiî, zamana ve mekâna göre yeni koşullarda bu yaklaşımların tersi de savunulabilir; tutum alışımızda somut referans noktalarına ihtiyacımız vardır, Lenin’in yaptığı gibi somut insana, coğrafyamıza, örgütümüzün durumuna bakmak gerekir.

1920’de Rusya devrimini yapmış, Batı’dan yapması beklenirken; Türkiye’de bir ara dönem yaşanmaktadır. Ne Saltanat ne Ankara Hükümeti ne de yerel güçler, siyaseten ve askerî olarak ülkeye hâkimdirler. Bu durum 1920 yılı içerisinde giderek bir iç savaş hâlini alacaktır. Bu savaşta, sosyalistler ve sosyalizan güçler önemli bir ağrılığa sahiptirler. Ülke genelinde birbirinden bağımsız hücreler, basılı yayınlar, BMM’de milletvekilliği çoğunluğu, İçişleri Bakanlığı’nın ele geçirilmesi, batı cephesinde sola yatkın silahlı gruplar, bu grupların İstanbul yanlısı isyanları bastırmada elde ettikleri itibar bu ağrılığın Anadolu içindeki faktörlerindendir. Dışarıda ise, Doğu Halkları Kurultayı, belki de dünya tarihinde ilk defa uluslararası siyasette devletleri resmî olarak muhatap almamakta, halklara çağrı yapmaktadır; Savaş Komünizmi döneminde, Sovyetler’de iç savaş koşullarında örgütlenmiş Türkiyeli komünistler, siyasal merkezlerini giderek Anadolu’ya yaklaştırmakta, son olarak Bolşevik kisveli İttihatçıları temizledikleri Bakû’de bir birlik ve kuruluş kongresinin hazırlıkları sürmektedir. Kongreyi (Türkiye İştirakiyun Teşkilâtlarının Birinci Kongresi) toplayan Mustafa Suphi ve yoldaşları, yeni Türkiye’nin kuruluşunun eşiğinde, o günlerde halk kesimlerinde, Meclis’te, silahlı güçler arasında etkin, ancak birbirinden bağımsız gelişen sosyalist yapıların birliğini amaçlamakta ve bu şekilde Anadolu’ya dönmeyi hedeflemektedir. Bu Kongre 10/16 Eylül 1920’de Bakû’de toplanmıştır. Kongre’de o güne kadarki örgütsel gelişimler ele alınmış, birlik sağlanmış (TKP kurulmuş), ve en nihayetinde Anadolu’daki ayaklanmaya katılma kararına varılmıştır.

TKP, hemen Anadolu’ya dönme ve mücadeleye girme konusunda doğrusal bir politikayı tavizsiz yürütmeye başlamıştır. Bu politika, aktörleri ve yönelimi ile “bizdendir.” Suphilerin buluşmaya gittiği, Halk İştirakiyuncular’dan (Ankara Hükümeti’nin engellemeleri ile Kongre’ye delege yollayamamışlardır) Servet şeyhtir, Salih Baytardır; Yeşil Ordu’ya bağlanmış Ethem, Çerkes halkının liderlerindendir. Dönüş politikası kısmen de olsa başarılı olsaydı, Polonya sorunundansa örneğin Çerkes halk dinamiğinin; Alman sosyalistlerinin parlamenter siyasete yaklaşımlarındansa Halk Zümresi’nin tutumunun; Zinovyev ya da Dimitrov’dan ise Suphilerin, Baytar Salihlerin coğrafyamız insanında ve devrimci politikamızda daha kalıcı izler bırakacağı ortadadır. Dönemin kadroları “hayali ya da bu maksatla özel olarak teşkil ettiğimiz insan malzemesi” değil, kendi toplumunun, tarihinin izlerini taşıyan eksiği ile fazlası ile Anadolu işçisine, köylüsüne ruhen ve bedenen en yakın kişilerdir. Bakû Kongresi, yerli aktör ve olguların devrimci bir politika çerçevesinde derlenmesi, ülkenin somut siyasetine müdahale hamlesidir. Somut siyaset diye bahsettiğimiz ise ülkenin kuruluş siyasetidir; bu siyaset düzenin genlerine işlemiştir. Kongre’nin dönüş politikası, bugünün sosyalistlerince bir iç mesele olarak idrak edilip su yüzüne çıkarılmayı beklemektedir.

Komintern’in 2. Kongre’si, ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülkelerde komünistlerin rolünü daraltıp bir nevi ulusal burjuvazilere, emperyalizm karşısında şimdilik destek olunması düzeyine indirmişti. Komintern’in politika belirlerken Sovyet Devrimi’nin bekası, Batı devriminin geleceğini göz önünde tuttuğu açıktır. Yukarıda alıntılar yaptığımız Sol Komünizm kitabı da bir nevi bu koşullarda sendikalarda, parlamentolarda komünistler açısından yürütülecek eylem tarzını belirlemektedir. Lenin, buralarda etkin olmayı o günün koşullarında yine Sovyet Devrimi’nin bekası, Batı devriminin geleceğini açısından yerinde görmektedir. Lenin’den alıntıladığımız metinlere bakmakla yetinsek dahi şu sonuca varabiliriz: Nesnel bir değerlendirme yapılmış, o günün parlamentolarının durumu, burjuvazinin iç çekişmeleri hesaba katılmış olmalı. Peki, bu politikanın Türkiye’ye uygulanmasında, aynı somutlukta yaklaşılmış diyebilir miyiz? Ankara dışında inisiyatifi pek zayıf parçalı Ankara Hükümeti ve 3-5 aylık Meclis, ülkenin batısındaki ayaklanmayı bastırmaya cesareti olmayan doğu ordusu, halk kesimlerinde yönetici kesimlere karşı birikmiş bir öfkenin yaşandığı gerçeklik karşısında; yüzlerce yıllık geçmişi olan ve o günlerde kriz içine giren Batı parlamentoları ve yüz yıllık sosyalizm geleneği baz alınarak sosyalistlere biçilen politika şaşmaz bir doğrulukla Türkiye’ye de uygulanmalı mıydı? Lenin’in tezleri, tam da Leninizm gereği, özelde Anadolu’ya genelde Doğu’ya dosdoğru uygulanmamalıydı. “Siyasî eylem, Nevski Bulvarı’nın bir kaldırımı değildir, Petersburg’un dosdoğru geniş ana caddesinin sınırları belli bir kaldırımı değildir.” Sözün sahibi Çernişevski’dir, Lenin, sözden övgüyle, bu söze uyulmamasından ise yergi ile bahsetmektedir.

Suphi ve yoldaşları da buna yakın bir tahlil yapmış olacaklar ki Sovyet yetkililerinin engelleme girişimlerine rağmen ısrarlı bir biçimde ülkeye dönüp sosyalizm mücadelesini yükseltme çabası içerisine girmişlerdir. Ancak dönemin TKP önderliğinin de ülke içerisindeki somut örgütsel durumu tahlil etmede, ortaya çıkacak antikomünist direncin gücünü ve yönünü kestirmede yetersiz kaldığı anlaşılmaktadır. Dönüş hareketi, Ankara ile yapılan bir dizi temas sonucunda başlamış, Ankara Hükümeti’nin estirmeye başladığı antikomünist havaya rağmen devam ettirilmiştir. Ankara merkezli burjuvazinin iç ilişkileri yeterince takip edilmiş midir, devrimci heyecan güncel durumun somut tahlili ile törpülenmiş midir, bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün görünmüyor. Dönüş politikası, Suphi ve yoldaşlarının katliamı ile son bulmuştur.

Suphilerin katli, Ankara Hükümeti açısından, devam ettirilen tasfiye hareketinin bir adımıdır, bunun hemen öncesinde ve sonrasında ülke içerisindeki komünistler tutuklanmış, partileri kapatılmış, yayınlar yasaklanmış, antidemokratik yasalar ile muhalif her türlü faaliyet kriminalize edilmiş, batı cephesinde işgale karşı etkin direniş gösteren bağımsız halk birlikleri orduya ilhak edilmiştir. Sovyetler tüm bu politikalar karşısında hemen hemen sessizdir.

Bu gelişmeleri takip eden iki yıl zarfında ülkedeki işgal durumu son bularak, iç savaştan galip çıkan ve iktidarda tekleşen burjuvazi tarafından düzenin kuruluşuna girişilmiştir. Örneğin biz bugün, tek parti düzenin kurumsallaşması aşamasında, “inkılâp” kanunlarına karşı halk yığınlarının tepkisi konusunda sosyalistlerin yürüttükleri politikaların ve sonuçlarının taşıyacağı siyasal deneyim ve kazanım mirasından yoksunuz. Bu ve benzeri yoksunluk, şablon tezleri sahiplenip, mutlaklaştırma eğilimimizin gelişmesinde, iç dinamiklerimizdense dış dinamikleri öne çıkartmamızda, devrimi ağırlıklı olarak bir strateji sorununa indirgememizde, insanımızla sınırlı bölgeler dışında kalıcı ve kopmaz bağlar kuramamamızda, ortaya koyduğumuz muazzam devrimci mücadeleye rağmen halk kitlelerinde fikirlerimizin silikleşmesinde etkili olmuş olmalı.

Bugün 94 yıl sonra, yanı başımızda Rojava’da devrim gelişirken, burjuvazi ülke içerisinde yönetme krizi yaşarken, Eylül Kongresi’ni daha da önemlisi onu yaratan koşulları, dönemi ve kuruluş dinamiklerimizi tarihe ilgi kabilinden değil de siyasal bir iç mesele olarak ele alıp ortak bir eylem kılavuzunun dersleri hanesine yazmalıyız.

Onur Şahinkaya


[Kaynak: İştirakî, Sayı: 3-4, Temmuz-Aralık 2014, s. 179-182.]