Tarih, yani geçmişten günümüze sınıf mücadeleleri; toprağın, nüfusun, iktidarın ve diğer kaynakların toplumsal sahipliği üzerine bina edilmiştir. Kurallar, kanunlar, anayasalar, adı her ne ise hukuk, temelde bir parselleme faaliyetinin ürünü olarak şekillenmiştir; şekillenmektedir de. Hukuk, hayatın parsellenmesi üzerine inşa oluyor ve parselleme işini yürütmeye yarıyorsa da kendisini böyle lanse etmemiştir. Özellikle 18., 19. ve önemli ölçüde 20.yy’ı kapsayan uzun liberal dönemde, toplumsal sınıfların çıkarlarından ayrı, özerk ve hatta bağımsız bir hukuk tahayyül edilmiş, zihinler böyle eğitilmiştir. Hans Kelsen’in saf hukuk teorisi bu sürecin ürünüdür. “Hukuk devleti” mümkün görülmüştür. Mümkündür de, yalnız liberal teoride olduğu gibi devleti hukuka teslim etmek anlamında değil, hukuku devlete teslim etmek anlamında. Uzun liberal dönemde hakikat baş aşağı tutulmuştur.
Devletin Yeni Yapısının Tepesine Paratoner Dikmek
Carl Schmitt, 20.yy’ı kaplayan hukukçuluk kariyerinin büyük kısmında devletin hukuk teorisyenliğiyle meşgul oldu. İlk önemli işlerinden biri, solcu Prusya idaresine kayyum atanmasıyla neticelenen davada devletin avukatı olarak yer almaktı. Her dönemece uygun bir formül geliştirmekte yetenekliydi. 19.yy’dan taşınan parlamenter demokrasi gibi liberal yükler, devletin reorganizasyonu için çöpe atılırken teori üretti. Olağanüstü hâle karar vereni gerçek egemen saydı; bu bakımdan devlet başkanını öne çıkardı. Bürokratik vesayete karşı devletin siyaset hakkını savundu. İşi de kolaydı bir yandan. İlk Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa düzeninin sabitleri yerinden çıkmıştı. Schmitt gibi realist bir teorisyen için, parlamento ve demokrasi gibi kavramlar hâlihazırda savaşın sillesini yemiş zayıf hedeflerdi. Alman ordusu 1934’te, Uzun Bıçaklar Gecesi olarak bilinen siyasî infaz dalgasıyla Fırtına Bölüğü’nü (SA) tasfiye ederken bir ayaklanma/darbe bahanesi üzerinden harekete geçmişti. Bu, devletin reorganizasyonunda kritik bir andı; onlarca SA’nın tek seferde katledilmesi, hukuken formüle edilemezse üstü örtülmesi zor bir hukuksuzluk olarak kalacaktı. Öte yandan, yeni bir hukukî formülasyon, tasfiye edilen SA’ların bağlı olduğu Führer’in, devletin koltuğunun altına alınması için de şarttı. Schmitt, katliam sonrası Hitler’in 13 Temmuz 1934’te yaptığı konuşmasını merkeze alan bir makale kaleme aldı. Führer’in idarî eylemlerinin yeni bir hukuk yarattığını yazdı. Ona göre içtihat hükmünde olan bu eylemler, orduda baş göstermiş önceki disiplinsizliklere cevap veremeyen liberal hukuktan bambaşka bir şeydi.
“Führer’in fiilî, gerçek bir yargılamadır. O yargının yetkisine tâbi değildir; bizzat en yüksek yargıdır… Tüm hukuk milletin ‘yaşam hakkından’ (Lebensrecht) doğar. Her kanun ve her yargı kararı, bu kaynaktan ona akan kadar hukuka sahiptir. Geri kalan hiçbir şey hukuk değil, zeki bir suçlunun alay ettiği bir ‘dayatılmış pozitif normlar ağı’dır… O üç günlük sürecin tümü içinde, Führer’in (halkın lideri olarak) önderliğindeki hareketin diğer liderlerinin kendisine karşı işlediği özel ihanet suçunu cezalandıran o yargısal fiiller özellikle öne çıkar. Hareketin Führeri olarak onun kendine özgü bir yargısal görevi vardır; bunun kendi iç hukuku başka hiç kimse tarafından gerçekleştirilemez.”[1]
SA, devletten özerk biçimde Nazi Partisi’nin vurucu gücünü teşkil ediyordu. Alman sermayesinin ve ordusunun ihtiyacı ise kendisini yeni sahalara yürütecek bir baştı. Bu tasfiye ile ordu savaşa hazırlanıyor, teoride Hitler yüceltilirken, pratikte ordu vaziyete hâkim oluyordu. Devlet ve sermaye, liberal hukuk yükünü “Hitler imgesi” sayesinde üzerinden atıyor, savaş pozisyonuna geçiyordu. Karşıtlarının da şöyle düşünmesi sağlanıyordu: “Hitler mi? Her türlü hukuksuzluğu yapar çünkü cahil, kaba ve fütursuz.” Alman devlet yapısı, tepesine bir paratoner dikmişti.
“Führer, bu sözlerle Almanya tarihinin kirli bir döneminin tasfiyesini ilân ettiğine göre, bu bizim hukuk düşüncemiz, uygulamamız ve kanun yorumumuz açısından da büyük önem taşır. Bütün önceki yöntemlerimizi, önceki öğretimleri ve en yüksek mahkemelerin bütün hukuk alanlarındaki içtihatlarını yeniden gözden geçirmeliyiz. Gerçekten de eski ve hastalıklı bir çağın ürünleri olan hukukî terimler, argümanlar ve örnek karar kalıplarına körü körüne bağlı kalmamalıyız… Yüksek Mahkeme Haziran 1932’de yargı bağımsızlığının amacını ‘devlet vatandaşını, kendisine karşı olumsuz davranabilecek bir hükûmetin muhtemel keyfiliğine karşı yasalarla tanınmış haklarında korumak’ olarak ifade ettiğinde, bu liberal-bireyci bir yaklaşımın ürünüdür. ‘Yargı, sadece devlet başkanı ve hükûmete karşı değil, aynı zamanda idarî organlara karşı da bir cephe olarak düşünülmüştür.’ Bu anlayış o dönemde anlaşılabilirdi. Bugün ise bizim görevimiz, yargı da dâhil olmak üzere bütün kamu kurumlarına yeni yüklenen anlamları kararlılıkla yerleştirmektir.”[1]
Almanya devleti yakında hükmettiği mekânı genişletecek bir savaş hamlesine girişecekti, dolayısıyla hukuk da yeni yayılma ihtiyacına yanıt verecek ölçüde değişmeliydi. Yukarıdaki satırlar, ekonomik ve askerî hazırlığı takip eden üst yapısal dönüşümün işaretleridir; savaş pozisyonuna geçerken liberal yükler atılmaktaydı. Führer’e yüklenen anlamlar, dönüşümün olumlu olumsuz gerekçesi olmuştur.
Şili’de Schmitt Anayasası
Schmitt, Nazi iktidarı yıkılıp da Almanya’da denazifikasyon süreci başlayınca işlevini komşu rejimlerde sürdürdü. Faşist İspanya’da konuşacak kürsüler buldu; Salvador Allende devrildikten sonra neo-liberalizmin laboratuvarına dönüşen Şili’de yeni sürece uygun bir anayasanın yapım işi Jaime Guzmán gibi isimlere emanet edilmişti. Schmitt’in 20.yy’da yeniden ayağa kaldırdığı kurucu iktidar tezini özümseyen bu anayasa hukukçusu yeni anayasayı Schmitt’in teorisi üzerine bina etmiştir.
“Guzmán’ın Allende hükûmetine karşı muhalefeti sadece siyasî konularla sınırlı değildi. Sosyalist doktrinleri reddetmesinin yanı sıra, Şili’de yürürlükte olan anayasal sistemin ve 1973’e kadar yürürlükte olan demokratik hükûmet biçiminin de reddini içeriyordu. ‘Yeni bir kurumsallığın’ yaratılması, Guzmán'ın siyasî düşüncesinin ilk aşamasının ideolojisinin önemli bir parçasıdır. Bu ideoloji, 11 Eylül 1973’te Allende’yi deviren askerî cunta tarafından üzerinde daha fazla düşünülmeden benimsenmiştir. Guzmán’ın yeni kurumsallığın yaratılmasını başlatmak için kullandığı temel araç, Carl Schmitt ve İspanyol öğrencisi Luis Sánchez Agesta’nın çalışmalarında ortaya çıktığı şekliyle Kurucu İktidar kavramıydı. Hitler’in Kronjuristi [baş hukukçusu –yn.] olarak tanınan Schmitt, bu fikri teorik olarak Theory of the Constitution (Schmitt, 1934) adlı eserinde açıklamıştı.”[2]
11 Eylül 1980’de halkoyuna sunulan Şili Anayasası, askerin neo-liberal düzeni garanti altına alması esasına dayanıyordu; amaç “demokrasinin korunması” olarak lanse edilmiş, bu durum literatüre protected democracy olarak geçmiştir; özetle, “naif demokrasinin” sosyalizm riskinden korunması temel amaçtır. Şili’deki halk oylamasından bir gün sonra, darbe konuşmasında Kenan Evren, “kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak”tan bahsedecekti. 1930’lardaki devletin sosyal yönü ile 1980’lerdeki devletin güvenlikçi yönü toplum idaresi noktasında birleşiyor, devletin 30’lardaki sosyal güvenlik işlevinin yerini asker/polis kontrolü ve cezalandırma alıyor, klasik liberalizmin reddi üzerinden bariz bir ortaklık kuruluyordu.[3] Ne Schmitt ne de Guzmán özel mülkiyete, vicdan özgürlüğü, sözleşme özgürlüğü gibi “doğal” haklara karşıdırlar. Onlar temelde kabul ettikleri burjuvazinin doğal/anayasal haklar teorisinin maddî zeminini yitirdiği, eldeki araçlarla ayakta duramayacağını düşünmektedirler. Geçmiş çağın ömrünü doldurmuş bir yönetim aracı olan parlamentolardan çıkacak kanunlara bel bağlamak artık imkânsızdı, devlet başkanının kararları üzerine kurulu bir düzene geçilmesi gerekmekteydi. Günümüzde, Türkiye’de en çok kanun hükmünde kararname adıyla meşhur olan bir dizi araç kastediliyor. Bu sistem kurulduktan sonra, hukukun üstünlüğü konusunda ne Schmitt’in ne de takipçilerinin bir sorunu yoktur; bilâkis Schmitt, Uzun Bıçaklar Gecesi tasfiyesini yukarıda bahsi geçen hukuk makalesiyle kutsadığı 1934 yılında kaleme aldığı Anayasa Teorisi kitabında, hukukun üstünlüğüne özel bir önem verir:
“Guzmán, başlangıçta, ius in rem olarak liberal bir mülkiyet anlayışını savunuyor ve aynı zamanda bu liberal şemayı Pinochet’nin otoriter figürünü yücelten bir siyasî muhafazakârlıkla birleştirmeye çalışıyor. Genel olarak eğilimimiz, yerel düşünürlerimizi yabancı anahtarlarla okumak olmuştur. Bu durumda, terimler tersine çevrilmelidir. Schmitt gibi yabancı bir düşünürü anlamak için onu Şili anahtarıyla okumak aydınlatıcı olabilir.”[4]
Şili anahtarıyla geçmişteki Almanya deneyiminin kapısını aralamak, Marx’ın Grundrisse’de “insandan başlayıp maymunun anatomisini çözmeye” yönelen metaforuna gönderme içeriyor. Yani geçmiş bugünde yaşıyor, bugüne eleştirel yaklaştığımızda geçmişin yapıları açığa çıkıyor, dolayısıyla bugünün eleştirisi geçmişi anlaşılır hâle getiriyor. Geçmişten başlayıp, adım adım ilerleyerek bugünü anlamaya çalışmak, diyalektik icabı beyhude bir çaba. Marx, o satırların devamında, geçmişin bugün ancak solmuş ve karikatürleşmiş bir hâlinin yaşamakta olduğunu da ekliyor. Evet, Schmitt gibi yabancı bir düşünürü anlamak için Türkiye’deki çağdaş muadillerinden yola çıkmalı, zira Schmitt’in başı üzerinde, büyük bir literatürün oturttuğu parlak bir hâle var. Türkiye’de işler o kadar parlak ve göz alıcı yürümediğinden bu solgun vaziyet, göz almıyor, görmeyi kolaylaştırıyor.
Türkiye’de Solgun Schmitt Suretleri
11 Eylül 1973 darbesi, neo-liberal terör döneminin habercisi, 12 Eylül’ün öncüsüydü. Dünya yeniden parsellenmekteydi. Devletler ve şirketler kol kola güçleniyor, bu güç yoğunlaşması başkanlarda tecessüm ediyor; sendikalar, sosyalist partiler, parlamentolar zayıflıyordu. Yasa, hükmünü kanun hükmünde kararnamelere devrediyordu. Dolayısıyla 80’lerden itibaren hız kazanan yeni parselleme sürecine paralel olarak, Schmitt’in popülaritesi ve etkisi de giderek arttı. Bugün vaziyete hâkim olan hukuk aklı, onun teorisinin popüler yıllarında serpildi. Misal Burhan Kuzu, Türk Anayasa Hukukunda Kanun Hükmünde Kararnameler’i 1985’te kaleme aldı; Osman Can trene 2013’te yetişebildi, zira hemen öncesinde daha hukuk/pratik işlere bakıyordu, onlardan edindiği deneyimin de ürünü olan Kurucu İktidar kitabı 2013’te çıktı.
Burhan Kuzu’nun KHK’ları, Osman Can’ın ise kurucu iktidar kavramını parlatırken sarıldıkları tezlerin başında; bürokratik vesayete karşı halk iktidarı, hantallaşmış devlet idaresine karşı hızlanmış ve sadeleşmiş yürütme vardı. Bu tezlerin cilası kazındığında altta Türk sermaye sınıfının ihtiyaçları belirir. Büyük Türk burjuvazisi, özellikle 90’lardan sonra sınırlara sığmamaktadır; onlara sınır aşırtacak bir başkan arayışları 2000’li yıllara kadar karşılığını bulamayacaktır. Bulunduğunda ise hukukunun inşası gerekmiştir.
“Artık, Türkiye sınırları, Türkiye’nin büyük işletmelerine yetmiyor. Türkiye dışarda iş alıyor ve sürekli ihracat yapmak zorunda kalıyor. Bu, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ diyerek olmaz. Bu Misak-i Milli diyerek olmuyor. Türkiye’nin emperyalist planlar yapması dönemi başlamış görünüyor. Böyle bir dönemde, ufku Abdülhamit’ten de, Enver’den de daha sınırlı bir Mustafa Kemal yetersiz kalıyor.”[5]
Yeni hukuk inşasının maddî zemini sermayenin ihtiyaçları, meşruiyet zemini de devlet çekirdeğinin güçlenmesi olunca, teorisyenler devlette koltuk edinmeye başladı. Osman Can raportör sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’ne yerleşti, devletin merkezine yürüdü; 2007’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konulu davada, 2008’de AKP’nin kapatılma davasında görev aldı; raporları başkanlık düzeni ve AKP lehineydi. Sonra AKP yöneticisi olarak yoluna devam etti, milletvekili seçildi, Kasım 2015 seçimleri arifesinde AKP’nin özerk bir siyasal yapı olarak iktidar olma vasfı bittiği ve devletçe yutulduğu eşikte, artık tümüyle aparatlaşan bu gemiyi terk etti, zira gemiye geçiş aşamasında binmişti. Tutarlı bir hamledir. Burhan Kuzu’nun hayat çizgisi ise mafya hesaplaşmalarının gölgesinde son buldu. Hâlbuki “meclis başkanı” gibi bir haleyle gezmeyi çok arzulamıştı. Devletin yeni ihtiyaçları, boşluklar ve fırsatlar doğuruyor. Almanya’da Katolik küçük bir tüccarın hırslı çocuğu olan Schmitt, iki savaş arası konjonktürel fırsatları; bilim, üniversite kürsüleri, baş hukukçuluk payesi ve uluslararası tanınırlıkla örülmüş bir kişilik inşasına tahvil etmeyi bilmişti. Türkiye’nin konjonktürel dönüşüm ihtiyaçları, 30’lar Almanya’sıyla kıyaslandığında aynı kıratta olmasa da çoğu maddî temelli olmak üzere çeşitli kişisel olanaklar sunmaktadır. En nihayetinde kişisel ikbal kapıları açılmıştır ve açılmaktadır. Biz bugün Türkiye’deki bayağı hâle bakarak, Batı’daki teorik şatafatın altındaki kişisel ikbal hırsını da devlet ve sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına enstrüman üretme kaygısını da teşhis edebiliyoruz.
Bu bakımdan Burhan Kuzu ve Osman Can’ın boşluğunu dolduran Mehmet Uçum’un hikâyesi “cuk oturmaktadır.” Uçum hızla sahaya atılmıştır. Onun hızlı girişinde, boşluk hâlinin yarattığı fırsatları değerlendirme telaşı göze çarpar. Uçum’un fikrî geçişleri, Schmitt’te görüldüğü gibi devletin dönemsel, mekânsal ve siyasî ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Şahsî konumunun yükselmesi de bu meseleye dâhildir. 2013 sonunda, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak atanmadan henüz iki yıl önce, bir grup yazarla birlikte TESEV için rapor hazırlamıştır. Raporun ilk kısmında diğer üç ismin imzasıyla, şu satırlara rastlıyoruz:
“‘düzen’ kavramının bir başka boyutu da ekonomik düzen ya da diğer bir ifadeyle ekonomik düzene tehdit oluşturan ‘yoksulluk’tur. Buna paralel olarak, özellikle 2000’lerden sonra bahsi geçen suçla mücadele stratejilerinin ve bu stratejilerden beslenen yasaların yoksulluk ve yoksulların yarattığı iddia edilen ‘düzen bozucu’ sorunlara yönelik olarak oluşturulduğunu söylemek mümkündür… Maddî ya da sembolik, şiddet içeren ya da içermeyen herhangi bir eylem ya da bir ‘tehdit’ algısı devlete karşı olarak tanımlandığında daha agresif, hesap verebilirlik mekanizmalarından daha da arındırılmış bir polisliği ve polisler için daha fazla yetkiyi berberinde getirmekte ve meşrulaştırmaktadır. Devletin güvenliğine dair bir ‘tehdit’ olduğu iddiası polis yasalarında ‘istisnai hâl’ koşulları yaratacak şekilde düzenlemelerin yapılması için yeterli olmaktadır… Özel Harekât Timleri’nde olduğu gibi, 1982 yılında kurulan Çevik Kuvvet de polis teşkilâtını güçlendiren ve militerleştirmenin yolunu açan bir birim olmuştur… Yine polis teşkilâtının yapısını belirleyen Emniyet Teşkilât Kanunu ya da Emniyet Disiplin Tüzüğü’ne bakıldığında hem ‘devletin güvenliği’ vurgusunu hem de bununla bağlantılı olan militarist unsurları görmek mümkündür.”[6]
Bugün Uçum’un geldiği nokta, yukarıdaki satırlarda sinir uçlarına dokunulan devleti ve özellikle devletin icra merkezini hukukun merkezine oturtmak olmuştur. 2013’te TESEV raporunun ilk kısmından sonuç çıkararak ayrı bir bölüm kaleme alan Uçum’un cümleleri bugünküleri pek andırmıyordu. O tarihte, “Hukuk her ne kadar doğrudan ‘düzen’le ilişkili olsa da, evrensel ilkeler doğrultusunda ve tüm vatandaşlar için eşit bir şekilde güven tesis edecek şekilde kurulması yönünde sürekli olarak çaba göstermek gereklidir,” diyordu. Evrensel ilkeler önemliydi. İfade özgürlüğünün önü açılmalıydı. 2015 ve devamındaki iç ve dış askerî hamleler, Türkiye’yi, Suriye başta olmak üzere yeni egemenlik sahalarına taşımıştır. Artık Türkiye’nin elini kolunu bağlayan, Batı merkezli evrenselci hukuka karşı; millî devlet, millî hukuk ve millî yargı savunulmalıdır.
…
Hukuku toprağa bağlamak savaş zamanı zorunludur. Daha da temelde, toprağın alınması, üzerinde hâkimiyet kurulması ve ondan fayda temin edilmesini içermektedir.
Parselciler - Enayiler İkilemi
Carl Schmitt’in mezar taşında “kai nomon egno/nomosu bildi” yazılıdır. Bu kısa kitabe üzerine çok fikir yürütülmüştür. Nomos’un çeşitli tanımlarından yola çıkarak, Schmitt’in dünyayı gezip anladığından tutun da “yasanın mekânsallığı” gibi kapalı sayılabilecek çıkarımlara kadar çeşitli okumalar mevcuttur. Daha sade ve net bir şekilde, ne kastedildiğini anlamanın en kestirme yolu ise kaynağa bakmaktır. Schmitt nomosu şöyle tanımlıyor:
“Yunanca ‘nomos’ ismi, ‘nemein’ fiilinden türemiştir, tıpkı bu fiil gibi üç anlamı vardır. Birincisi, ‘nemein’, Almanca ‘nehmen’ (almak) fiiline denktir. Dolayısıyla ‘nomos’ öncelikle ‘zapt etme’ (el koyma) anlamına gelir. Yunancadaki ‘legein-logos’ (söylemek-söz) nasıl Almancadaki ‘sprechen-Sprache’ (konuşmak-dil) ile ilişkiliyse, aynı şekilde Almanca ‘nehmen-Nahme’ (almak-alım) da Yunancadaki ‘nemein-nomos’ (paylaştırmak-yasa) ile ilişkilidir. Başlangıçta zapt edilen topraktı, sonrasında ise denizlerin mülkiyetine geçilmesi anlamını taşıdı ki bu da burada ele alınacak tarihsel incelememizin bir parçasıdır. Sanayi sektöründe, üretim araçlarına el konmasından söz edilir. İkinci anlamı, zapt edilen şeyin bölüşülmesi ve dağıtılmasıdır. Böylece ‘nomos’un ikinci anlamı da ortaya çıkar: Toprağın bölünmesi ve buna bağlı mülkiyet düzeni. Üçüncü anlamı ise bakmak, yani kullanım hakkı sağlamak, işletmek ve yani bölünmüş araziyi kullanmak, üretmek ve tüketmektir. Zapt etme – bölüştürme– bakma/işletme sırasıyla, bu üç temel eylem her somut düzenin oluşumunun koşullarıdır.”[7]
Metnin tarihsel referanslarla bezeli teorik zenginliği ilk bakışta göz kamaştırıyor olabilir. Etimolojik göndermeleri takip etmek mümkün, meselenin Yunan şehir (polis) devletlerinden başlanarak bugüne kadar getirilmesi hâlinde, yolda kaybolmak, bazı patikalara abartılı anlamlar yüklemek tehlikesi var. Biz yine iyi bilinen yoldan yürümeyi tercih edelim. Günümüzden yola çıkalım, geçmişi kavramaya çalışalım.
İlk mülkiyetin, “sahipsiz toprağın üzerine kurulmak” şeklinde tasavvur edilmesi yeni değildir. Ancak içinde bulunduğumuz kapitalist çağın başlangıç noktalarından birisi de ortak mülkün yağması, çitlenmesidir. Toprağa çökülmesinin bir diğer yönü ise sömürgecilik ve onu takip eden emperyalizm döneminde, sınır ötesi kapitalist operasyonların bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu işte geç kalan Almanya’nın Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşlarını zorlaması, Schmitt’in bu iki emperyalist girişim arasında Alman devleti için temel eserlerini vermesi meseleyi daha da anlaşılır kılmaktadır. Buradan yola çıkıldığında, Yunan şehir devletlerinin yasalarının kendilerine has olmasının anlamı, bu kavramsal tartışmaların denizaşırı kolonileşmiş Yunan sitelerinden devşirilmesi ve kavramın antikitedeki işlevi de su yüzüne çıkmaktadır. Bugün Türkiye’deki “millî hukuk” söyleminin bağlamı da teşhis edilmiş oluyor.
Bizim nomos yerine önereceğimiz “parselleme” kavramı, hem kafa karışıklığını önleyecek kadar tanıdık hem mugalatadan uzak hem de olgunun içerdiği kişisel ikbal öğesini ima etmesi anlamıyla işlevseldir. Parselleme, mekânı kurala, yani Schmitt’in tasnifi ile ifade edecek olursak mülkiyete, hâkimiyete ve istifadeye bağlayan en yalın ifadedir; şatafatlı olmamasının dışında pek bir eksiği de yoktur. Öyle ise Burhan Kuzu, Osman Can ve Mehmet Uçum gibi örnekler, geriye doğru, Schmitt’in anatomisinin anahtarını vermektedir; günümüzde “parselleme” tabirinin, nomos’un tarihsel ve toplumsal bağlamını açık etmesi gibi.
İşin bir yanında parselciler varsa, diğer yanında da enayiler boy gösteriyor. Parselcilerin, düzenin yeni ihtiyaçlarına göre teori üretmelerinin yanı sıra; demagoji yapmak, aydın avlayıp bir süre kafeste gezdirmek ve kendi zayıf muhalefetini inşa etmek gibi işleri de var. Bu işlevler küçümsenmemeli; kendisi hakkında yıllar önce nesnel değerlendirmelerde bulunmuş isimler dahi, bu maharetli isimlerin yedeğine düşebiliyor.
Adalet Ağaoğlu, örtülü bir otobiyografi olduğu söylenen büyük eseri Ölmeye Yatmak’ı (1973) bitirirken, döne dolaşa düştüğü “enayiliğine” karşı nesnel bir yaklaşım sergiler:
“İyiliğin bazen kötülük kadar tehlikeli olabileceğini senden öğreniyorum. İnsan olmanın küçük anlarını kaçırmak ne denli kötü ise, enayilik de o denli kötü. Bunu kaç kez romanlarda okudum, filmlerde gördüm, oyunlarda seyrettim, kuramların içinden çıkarttım. Yine de, kaçınılmaz bir biçimde...”
Aynı Ağaoğlu 2016’da verdiği röportajda kendisi hakkında yine nesneldir:
“‘Enayilik etmişim’ dedim kendi kendime... Biz Anayasa Mahkemesi’nin eski raportörü Osman Can’ın peşine takıldık referandum sürecinde. Bir de güzel bir kitap yazmıştı: Darbe Yargısının Sonu. Pişmanlığım bu. Ben bir an bile onun asıl amacının AKP milletvekili seçilmek olduğunu anlayamamışım. Pişmanlığım bu. Evime kadar çocuklarını getirdi, benim elimi öpsünler diye. Ona kandık o süreçte. Bu yüzden hâlâ başımı duvarlara vuruyorum.”[8]
40 yıl önce enayiliğinin büyük romanını yazmış, o romanda köylüsünden öğretmenine, solcusundan bürokratına gerçek insanları tasvir etmeyi başarmış, gerçek sınıfsal ilişkiler arasında kendi sınıfsal varlığının somut zeminini göstermiş bir ismi kandırmak ciddi bir maharet istemektedir; Can’ın ve diğerlerinin hakkı teslim edilmelidir. Bu operasyonlar çok da işe yaramıştır. Koskoca aydınlar, darbe anayasasıyla yüzleştiklerini zannederek, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden beri adım adım örülen bir düzene, düzen başkanlık rejimi ve sınır ötesi yayılma yönünde yeni bir eşik atlarken omuz vermişlerdir.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi enayiliğin bir de muhalefet enayiliği yönü var. Ağaoğlu, “Yetmez ama evet bile demedim, doğrudan evet dedim,” derken, “hayır” diyen Korkut Boratav’ın, Şili anayasa referandumu karşısında düştüğü durum da ibretliktir.
Şili’de “darbe anayasasından kurtulma” edebiyatı, Türkiye ile yakın bir ömre sahip. Yukarıda değindiğimiz üzere, Şili’nin mevcut Anayasası, Türkiye’de 12 Eylül darbesinin yapılmasından bir gün önce referandumdan geçmişti. Zaman içerisinde, darbecilerin yargılanmasını engelleyen hükümlerin kalkması, darbecilerin ölecek yaşa gelene kadar üzerlerine gidilmemesi, anayasada “sivilleşmeye” yönelik birçok değişikliğin yapılması gibi pek çok paralellik devam etti. Nihayetinde Şili’de iktidara gelen sol-liberal genç hükûmetin anayasayı tümden değiştirmeye yönelik adımları Türkiye’de de yankı buldu. Yeni Anayasa’nın hazırlanması için halk oylamasıyla bir meclis kurulmuş, sol seçmenin dışında kalan geniş halk kesimleri bu işe pek ilgi göstermemişti. Meclis’te 2/3 çoğunluğa ulaşan solcular; kürtaj hakkını genişleten, yerlilere otonom hukuk yetkileri veren, aileyi arka plâna atan, buzullara yasal statü tanıyan, devleti çok uluslu olarak tanımlayan, kadın kotası getiren bir metin kaleme aldı. “Dünyanın en ilerici anayasası” kapıdaydı. Sessiz halk yığınlarının ise gelmekte olanı varoluşsal bir tehdit olarak algıladıkları daha sonra anlaşılacaktı. Yeni metin 2022’de halkoyuna sunulmadan önce, anayasayı hazırlayan mecliste hangi sınıfsal aidiyetlerin hâkimiyet kurduğu, buna karşı geniş halk kesimlerinin ne düşündüğü kimsenin umurunda değildi. Boratav, ortamın coşkunluğunu paylaşıyordu:
“Bu yöntemle oluşan Kurucu Meclis’ten 2019 kalkışmasının özlemlerini temsil eden demokrat, ilerici bir anayasanın çıkması beklenmektedir. Yeni anayasa taslağı 12 ayda hazırlanacak; bir referandumla kesinleşecektir. O tarihe kadar 1980 tarihli Pinochet Anayasası yürürlükte kalacaktır. Şili deneyimini Türkiye için de örnek olarak savunabiliriz. Tüm toplumsal örgütlerin, parlamenter, parlamento-dışı, düzen-dışı akımların bireyler, topluluklar hâlinde temsil edilebileceği bir Kurucu Meclis yöntemi… Bu yöntemi bugünden gündeme getirmek gerekiyor. Kamuoyu oluşturmak öncelik taşıyor. Nasıl? Yeni anayasa için Kurucu Meclis yöntemini benimseyen bir kampanya başlatarak… Bugünkü koşullarda bu kampanyayı sadece sosyalist sol başlatabilir. Tüm sendikaların, meslek örgütlerinin, kadın hareketinin, derneklerin, sanat, bilim, medya, emekli temsilcilerinin, imzalar, bildirimlerle katılacağı bir Kurucu Meclis çağrısı, parlamenter muhalefeti de tavır almaya zorlayacaktır.”[9]
Nihayetinde referandum gerçekleşti, sesi soluğu kısılan halk anayasa yapmak üzere toplanan meclise %62’lik bir ret tokadı attı. Coşkunun yerini şaşkınlık almıştı. Hâlbuki şaşıracak bir şey yoktu, Kurucu Anayasa Meclisi seçimlerine halk ancak %43’lük bir katılım göstermişti. Hâlbuki neo-liberal sömürü çarkını kırarlar umuduyla solcu gençleri kısa süre önce hükûmet yapan da bu halktı. İlk şaşkınlığı atan Boratav’ın aklına daha sonra tarafların sınıfsal bileşimini irdelemek geldi. Ancak vardığı netice –ki ana akım solu temsil etmektedir– bir sonraki hâdiseyi de analiz edemeyeceğini ilân etmektedir.
“Mayıs 2021’de toplanan Anayasa Meclisi’nde Şili parlamentosuna göre sol eğilimlerin ve bağımsızların ağırlığı artmıştı… Tablo açıkça ortaya koyuyor ki, yeni anayasa taslağına muhalif oylar (sütun 2), yoksul Şili seçmenlerinde yoğunlaşmıştır. Seçmenlerin ortalama gelir düzeyleri arttıkça yeni anayasayı destekleyenlerin payı (sütun 1) da artıyor: ‘En yoksul grup’ seçmenin yüzde 25’i, en zengin grubun ise yüzde 40’ı yeni anayasayı desteklemiştir… Gericilik geçmişte ve bugün, egemen sınıfların öncülüğü veya farklı katmanlarının açık, örtülü destekleri, en azından bilinçli suskunlukları ile sürdürülmüştür; sürdürülmektedir. Kültürel alanda gerici değerlerin egemenliği, sermayenin gaddar tahakkümünü payidar kılmak için gereklidir.”[10]
Bugün Mehmet Uçum’da temsil olunan hedefli realist hukuk inşası karşısına, “muhalif medyada” Sami Selçuk gibi liberal figürlerin, İzzet Özgenç gibi eski Başdanışmanların, Osman Can gibi geçmişin operasyonel figürlerinin çıkarılması bizatihi Uçum’un işini kolaylaştırmaktadır. Toplumsal meseleleri kültürel temelde ele alan, devlet/toplum ikilemi gibi sınıf dışı analizlerle meseleleri anlamlandırmaya çalışan, toplumu “gericilik” cetveliyle ölçtüğünü sanan fikri sabitin yeri, geçmişte Schmitt karşısında “kolay lokma” olan Kelsen’in pozisyonu gibidir. Ağaoğlu ve Boratav gibi ciddi isimlerde cisimleşen “enayilik düzeyi” de ibret olmalıdır.
İbret olmalıdır, zira yakında gündemi belirlemesi ihtimal dâhilinde olan yeni anayasa, Lozan, vatandaşlık tanımı gibi her birisi tarihsel, toplumsal, sınıfsal tercih ve ihtiyaçlara hitap edecek olan meselelerin hangi düşünme biçimi ile kavranmayacağı, görmek isteyen gözler için açıktır. Diğer yandan devlet ve sermayenin ihtiyaç duyduğu yeni hukuksal çerçevenin kurucularının da hangi motivasyonla, nasıl ve neye hizmet ettikleri de teşhis edilebilmektedir. Hizmet ettikleri yapının tepesine diktikleri paratonerlere aldanmadan, sınıflara ve sınıfların kavgalarına odaklanmak şarttır. Halka sırt dönülerek fanuslar yaratılabilir ancak hepsi beyhude olacaktır. Toplum yalnız bırakıldığı ölçüde varoluşsal tehdit baskısı altında tercihlerde bulunacaktır. Eldeki kimlikçi, çok kültürcü, kotacı, doğacı camdan kalkanlar kırılacaktır.
Onur Şahinkaya
25 Mayıs 2025
Dipnotlar:
[1] Carl Schmitt, “Der Führer schützt das Recht” [Führer Yasayı Koruyor], Deutsche Juristen-Zeitung [Alman Avukatlar Gazetesi], 1 Ağustos 1934, Flechsig.
[2] Renato Cristi, El pensamiento político de Jaime Guzmán [Jaime Guzmán’ın Siyasî Düşüncesi], 1. Baskı, LOM Ediciones, 2011, Santiago, s. 22 vd., Archive.
[3] Guzmán, Schmitt ile Katolik öğretisinde sosyal yardım düzenini teşkil eden “ikincillik” gibi konuların önemi üzerinde de ortaklaşır; ikincillik öğretisine göre kişiler en yakınlarından başlamak üzere tabanda birbirlerinin sosyal/ekonomik sorunlarını çözmeli, devlet çözülemeyen sorunlara müdahil olmalıdır. Anayasa Mahkemesi veya uluslararası insan hakları mahkemelerinin ikincilliği ilkesi de buradan kaynağını alır. Denazifikasyon politikasının iflası üzerine kurulan Avrupa Birliği’nin kurucu Maastricht Anlaşması da bu ilkeye dayanır (3/b maddesi). Zemin Katolik’tir.
[4] Renato Cristi, a.g.e., s. 94.
[5] Yalçın Küçük, “Kemalizm: Emperyalizmin Dar Ceketi”, 1992, Sosyalizm.
[6] Zeynep Gönen, Biriz Berksoy, Zeynep Başer, Mehmet Uçum, Polis Yasalarının Ruhu: Mevzuatta Söylemler, Araçlar ve Zihniyet, TESEV Yayınları, 2013, İstanbul, s. 69 vd., TESEV.
[7] Carl Schmitt, Land and Sea, Plutarch Press, Washington DC., 1997, s. 37.
[8] “Adalet Ağaoğlu: 12 Eylül referandumunda evet dediğim için pişmanım, enayilik etmişim, Osman Can’a kandık!”, 29 Şubat 2016, T24.
[9] Korkut Boratav, “Darbe anayasaları nasıl değiştirilmeli? Şili örneği”, 4 Haziran 2021, Sol.
[10] Korkut Boratav, “Şili’de anayasa referandumu: Ne oldu?”, 9 Eylül 2022, Sol.