Dördüncü Sorun
Tekno-feodalizm teorisinde, dördüncü sırada incelediğimiz sorun, temelinde yer alan analojik yönteme ilişkindir. İlkin şunu ifade etmek gerek: Günümüz sömürü sistemini analiz etmek üzere, tarihsel analojiden faydalanmak bir şey, teorik çözümlemenin yükünü analojiye terk etmek iste başka bir şeydir. Tembellikten de kaynaklanabilir, muğlâk bırakma isteğinden de. Çağın özneleri, gelişen üretim ilişkileri, somut çıkar çatışmaları, ideolojik formasyon, imkânlar, olasılıklar üzerine, somut verilerle düşünmek hem zahmetli hem de dert sahibi yapan bir iştir.
Dahası bu işe girişen özne, yaptığı analiz kendisini de etkileyeceğinden, sınıfsal konumuna göre analizini eğip bükecektir. Teori işine girişen orta sınıf mensubu, olanı, kendi sınıfı lehine ve kendi sınıfının düşünce kalıplarına göre biçimlendirmek isteyecektir. Orta sınıfın lehine olan sükûnet ve çatışmasızlıktır. Tekno-feodalizmin, geçtiğimiz yazılarda irdelediğimiz çözümleme ve çözüm önerilerinde bu kaygının izlerini görmek kolaydır. Bu açıdan bakıldığında, işçi sınıfının önünde duran zorlu görevler yerine, işçi sınıfının varlığını da inkâr eden, bir tür sanal mecra savaşı tasarlamak için tarihsel analojiye sığınılmıştır. Gerçek şu ki çağımızda işçi sınıfı, 17. ve 18. yüzyıllara gelindiğinde ilk dönemini atlatmış olan kapitalizmin, cilasız ve vahşi saldırısına benzer koşulları yaşamaktadır.
Analojik yöntemin ahlâklı ve faydalı kullanımına Kapital’de güzel örnekler verilmektedir. Marks tarihsel örtüşmeleri, kapitalist çağda yaşadığını unutmadan, kapitalizm koşulları dâhilinde ve teorisinin genel çıktılarıyla tutarlı biçimde, savruk olamayan bir yoldan yapmıştır. Tarihsel okumayı, çağının can yakan, sorumluluk yükleyen problemlerinden kaçmak için bir sığınak olarak kullanmamıştır. Bu bakımdan atıfları da daha çok köleciliğe yöneliktir. Zira doğrudan kölelik, özellikle ve yaygın biçimde ABD’nin güneyinde caridir zaten. Kapital’i ABD’deki iç savaş bittikten sonra tamamlamıştır; beklediği düşünülüyor.
“Marx’ın Kapital’de esas itibariyle kölelerin kapitalist üretim biçimindeki (Amerika’nın güneyi) kullanımıyla ilgilendiği, kendi başına köleci üretim biçimiyle ilgilenmediği her zaman hatırlanmalıdır. Köleliğin Antikitedeki işlevini hiçbir zaman tam olarak kurumsallaştırmamıştır.”[1]
Köleciliğin 19.yy’da doğrudan hüküm süren örneklerinin yanı sıra, kapitalizmin mülksüzleştirici etkisi ve her iki biçimin evrenselci niteliği dolaylı mukayeseyi de mümkün kılmıştır. Marks, kapitalist çitleme operasyonunu ve bu olayın ilerleyen zamanlarda kitlesel köle emeği kullanmaya varan sonuçlarını Appianus’un Roma iç savaşlarını analiz ettiği satırlarıyla kıyaslar örneğin:
“Zenginler, bölünmez toprakların büyük kısmını ellerine geçirmişti. O zamanki koşullara güvenerek bunların bir daha ellerinden alınmayacaklarını düşünmüşler ve civarlarındaki yoksullara ait olan toprakları ya bunların rızasıyla satın alarak ya da zorla kendi mülklerine katmışlar ve böylece tek tek tarlalar yerine şimdi geniş malikâneler işletecek duruma gelmişlerdi. Özgür insanlar savaş hâlinde askere alınıp işlerini terk edebileceklerinden, tarımda ve hayvancılıkta köleleri kullanmışlardır. Köle mülkiyeti onlar için daha da kârlı bir işti, çünkü köleler askere gitmediklerinden kolayca çoğalabilirdi; gerçekten de kitle hâlinde çocuk yapıyorlardı. Kudret sahipleri böylece bütün zenginliği kendilerinde topladı ve bütün ülke kölelerle doldu. İtalyanların sayısı ise aksine yoksulluktan, vergilerden ve askerlikten kırıla kırıla her geçen gün azaldı. Barış dönemlerinde bile tam bir işsizliğe mahkûm edilmiş bulunuyorlardı; çünkü, zenginler toprağı ellerinde tutuyor ve tarımda özgür insanlar yerine köleleri kullanıyorlardı.”[2]
Günümüzde yeni bir dalga hâlinde büyüyen kapitalizmin mülksüzleştirme harekâtı, mantıki sonuçları bakımından köleci üretim tarzıyla yapılacak karşılaştırmaya hâlihazırda müsaittir. Genel bakımdan da kapitalizmin derinleşen sömürüsü, toplumun tarihten getirdiği aile dayanışması veya modern mücadelelerle kazandığı sendikal örgütlenme gibi koruma kalkanlarını kaldırdığından, vaziyet, yukarıda da bahsettiğimiz gibi 17. ve 18.yy’a yaklaşmaktadır. Bu açıdan da Marks’ın modern işçi sınıfının durumunu kölecilikle mukayese etmesi, Marks’la aramızdaki 150 yıllık süreçte yükselen ve düşen “demokrasi, insan hakları ve sosyal devlet” dönemlerini çıkardığımızda, bugünü karşılamaktadır.
“Sermayenin doğası, gelişmiş biçimlerinde ne ise gelişmemiş biçimlerinde de odur. Amerikan İç Savaşı’nın patlamasından kısa süre önce New Mexico topraklarında köle sahiplerinin nüfuzunu egemen kılan yasada denir ki: İşçi, kapitalistin emek gücünü satın alması ölçüsünde, ‘onun (kapitalistin) parasıdır’ (‘The labourer is his (the capitalist’s) money’). Romalı patrisyenler arasında da aynı görüş geçerli idi. Patrisyenlerin, borçlu pleplere vermiş oldukları para, geçim maddeleri aracılığıyla, borçluların vücudunda et ve kan hâline gelirdi, İşte bundan ötürü de, bu ‘et ve kan’, ‘onların paraları’ idi. Shylock’un 10 levha kanunu buradan gelir. Linguet’nin, patrisyen alacaklıların zaman zaman Tiber Irmağı’nın beri yakasında borçlu pleplerin etleriyle ziyafetler düzenledikleri hipotezi, Daumer’in, Hristiyanların şarap ve ekmekle yaptıkları ayin hakkındaki hipotezi gibi, karara bağlanmamış durumdadır.”[3]
Kapitalist biçimde örtük olan kölelik, Roma devrinde açıkça teşhis edilir. Marks bu örtüşmeleri takip ederken, karşılaştırmaları ne bakımdan yaptığını belirler, çerçeve çizer, ne bakımdan kıyas yapıldığını belirtir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere savruk davranmaz.
“Romalı köle, sahibine zincirlerle bağlıydı; ücretli işçi görünmeyen iplerle bağlıdır. Ücretli işçinin görünüşteki bağımsızlığı kendisini çalıştıran efendilerinin sürekli değişmesiyle ve sözleşmenin fictio jüris’iyle (hukukî sanallığı ile) ayakta tutulur.”[4]
* * *
“Köle ile para sistemindeki emekçinin durumları arasındaki fark çok önemsizdir: ... kölenin efendisi, kendi çıkarını, kölelerinin boğazından keserek onları zayıf düşürmeyecek kadar iyi bilir; oysa özgür adamın efendisi ona mümkün olduğu kadar az gıda verir, çünkü emekçinin uğradığı haksızlık tek başına kendisine değil, efendiler sınıfının tümüne yansır.”[5]
Marks’ın takip ettiği usul, modern işçi sınıfının ayrıcı, yeni ve daha muktedir özelliklerini de göstermesine sebep olur. Kapital’deki tahlillere göre, işçi köleye nazaran daha inisiyatiflidir zira iş değiştirmekte, farklı efendilerle yüzleşmekte, uzun veya kısa ancak en nihayetinde süreli çalışmakta ve ücreti üzerinden mülkiyet kurmaktadır; az da olsa birikim yapabilme ihtimali vardır.
“Bu ilişkinin devamı, emek gücü sahibinin emek gücünü daima belli bir süre için satmasını gerektirir; çünkü, o bunu toptan ve süresiz olarak satacak olursa, kendisini satmış, kendini özgür bir kişi olmaktan çıkarıp köle hâline getirmiş, bir meta sahibi olmaktan çıkıp bir meta hâline gelmiş olur…”[6]
* * *
“Köle belirli bir efendiye aittir; işçi gerçi kendini sermayeye satmak zorundadır, ama belirli bir sermayeciye değil ve dolayısıyla belirli bir alan içerisinde kendini kime satacağı konusunda tercih hakkı vardır ve master’ını değiştirebilir. Bütün bu değişen bağıntılar, özgür işçiyi bambaşka bir tarihî eyleme muktedir kılmaları bir yana, onun faaliyetini köleninkinden daha yoğun, daha sürekli, daha hareketli ve daha becerikli kılar… Parayı istediği kullanım değerlerine çeviren, onunla istediği metaları satın alan, işçinin kendisidir ve para sahibi olarak, meta alıcısı olarak meta satıcılarıyla bütün öteki alıcılarla aynı ilişki içinde yer alır. Varoluş koşulları, onu elbette –tıpkı kendisi tarafından kazanılan paranın değer kapsamı gibi– oldukça kısıtlı bir geçim araçları kümesi içinden seçim yapmak zorunda bırakır. Gene de burada, örneğin gazetenin İngiliz kent işçisinin zorunlu geçim araçları arasına girişi gibi bir miktar çeşitlenme mümkündür. Biraz tasarruf, gömüleme yapabilir. Ücretini içki vb.ne saçıp savurabilir de… Bir efendiye ihtiyacı olan kölenin tersine, kendisine hâkim olmayı öğrenir.”[7]
Kapital’den yaptığımız bu son alıntıyı takiben meseleyi bugüne getirebiliriz. Sınıf savaşımları tarihinin bir devresinden bahsettiğimize göre, bu devrenin öncekilerden büsbütün bağımsız olduğu zaten düşünülemez. Geriye dönük her mukayese aslında ileriye dönük niyet beyanı taşıdığından, mukayesenin nesnelliği mutlaka su götürür; mümkün olduğu kadar nesnel ve ahlâk dairesinde yapılmalıdır. Burada ahlâklı olmayı, kısmi ve öznel faydadan ziyade işçi sınıfının kurtuluşu bağlamında sarf edilen nesnel çaba için kullanıyoruz; Varoufakis’te bu eksik.
Varoufakis, 1980’lerde belirginleşen karamsar Orta Çağ anlatısının peşinden gidiyor. Sovyetler’in çözülmekte olduğu, piyasa ekonomisinin fikrî hegemonyasını oturttuğu bu dönemde gerek olumlu gerekse de olumsuz anlamlarda Orta Çağ yeniden popüler oldu. Orta Çağ’ı modern sistemlere alternatif bir kaçış alanı olarak görenler de vardı ancak asıl ağırlık Orta Çağ’a sorun atfedenlerin tarafındaydı. İçine girilen karmaşık dönem, “Orta Çağ karanlığı” söylemi ile karşılanıyordu. “Aklın gerilemesi”, “dinselliğin ilerlemesi”, demokrasinin çöküşü vb. gibi, işin esasından ziyade politik formalar; kültür, kimlik, üst yapı göstergeleriyle yapılan analizler genellikle Orta Çağ’a çıkıyordu. Örneğin Umberto Eco, Gülün Adı’nı 1980’de bastı, 15 yıl sonra Kök Faşizm’de faşizm tahlilini kültürel göstergelere oturttu.
Orta Çağ analojisi nihayetinde, senyöre bağlı, eli kolu ve aklı kısıtlı, edilgen bir kütle tasarlıyor. Bunu yaparken, kültürel öğelerin yanına ancak kırık dökük bazı iktisadî çıkarımlar oturtuyor. Misal, kârın yerini alan rantı merkeze alıyor; tasarıma göre kapitalizm artık üretkenlik göstermiyor. Varoufakis kitabında şöyle ifade ediyor:
“Sonra, kapitalizmin iki buçuk yüzyıl önce ortaya çıkmasından bu yana ilk kez, kâr, küresel ekonominin motorunu ateşleyen, yatırım ve inovasyonu yönlendiren yakıt olmaktan çıktı. Ekonomiyi besleyen bu rol, merkez bankası parası tarafından devralındı.”
* * *
“Ücretler, geçimini sağlamak için mücadele eden birçok kişi tarafından harcanır. Kârlar, kapitalistlerin kâr elde etme kapasitelerini korumak için sermaye mallarına yatırılır. Ancak rant, mülklere (konaklar, yatlar, sanat eserleri, kripto para birimleri vb.) yatırılır ve dolaşıma girmeyi, yararlı şeylere yatırımı teşvik etmeyi ve zayıf kapitalist toplumları canlandırmayı inatla reddeder. Ve böylece bir kısır döngü başlar: daha derin bir durgunluk ortaya çıkar, bu da merkez bankalarının daha fazla para basmasına, daha fazla sömürüye ve daha az yatırıma yol açar ve bu böyle devam eder.”
Bu tespitleri bugün için, detayına girmeden doğru kabul edelim zira önemli ölçüde karşılıkları var. Fakat, “üretken olmamak” neden Orta Çağ’a ait olsun? Bin yıllara varan ömründe köleci Roma, Cumhuriyet devrinin yıkılış evresinde bulduğu su değirmeni teknolojisinin üzerine kaç tane “inovasyon” koydu? Bir yerde Roma’yı yıkan alabildiğine basit köle emeği[8] üzerine kurduğu, yenilik doğuramayan sistemin coğrafî sınırlarına dayanması değil miydi?
Bu bakımdan Orta Çağ’a bakacak olursak, barbar akınlarının bitip Avrupa’nın nispeten stabil hâle gelmesini takiben patlayan tarım üretimi ve nüfusla karşılaşırız. Bu gelişme kısa süre sonra kapalı pazarları birbirine bağlayacaktır. Toprağa bağlanmış istikrarlı emeğin, süregelen kilise kurumunun temin ettiği hukuksal alt yapının, sürekli yeni tarım alanlarını açılmasının kendisi feodalitenin iç dinamiklerinin vardığı sonuçlardır. Serflerin toprağa bağlılıkları feodalitenin geç devrinde çok katı bir görünüm arz eder, zira feodalitenin geç dönemi bugünden geriye bakıldığında, bugünün kavrayışıyla “geçtir.” Kendi çağında ise feodalitenin kuralları işlemekte ve oturmaktadır; bu da diyalektik olarak feodaliteyi yıkmıştır. 12. ve 13.yy’dan itibaren feodaliteyi “geç” gösteren, bugünden ona bakıyor olmamızdır. O hâlde, bugünden geriye bakan yeni feodal tezlerin savunucularının hatalarından biri de zihinlerinin arkasında, feodaliten kurtulmakla, üretim ve toplumsal refah arasında kurdukları yanlış bağdır. Diğer yandan kapitalist değer mekanizmasının işleyişinde üretkenlik de işçiyi daha derin köleliğe sevk eden bir başka amil hâline gelebilmektedir; üreten inovasyon için yatırım yapmakta olan, nihayetinde rekabet eden kapitalistin kârı düşme eğilimde olduğu için işçiyi daha çok sömürmek zorunda kalmaktadır; karın tokluğuna yaklaştırabildiği kadar yaklaştırmakta, köleye benzetmektedir. Yani tekno-feodalist tezde, üretim ve inovasyona yüklenen olumlu anlam da sakattır.
Varoufakis, bugün insanların her bir eylemi ile veri üreterek bulut sermaye dediği şeyi güçlendirdiğini savunuyor; efendisine bağlı serf gibi. Vaktiyle Proudhon da işçilerin çalışarak kapitalistleri güçlendirdiğini iddia ediyordu. Bu noktada hassas yaklaşmak gerekiyor, elbette insanî faaliyetimiz neticesinde ürettiğimiz veriler kapitalistlerce kâra çevriliyor veya emek sömürüsü kapitalistlerin sermayesini besliyor ancak işleyiş tek yönlü değildir. Marks’ın Proudhon’a verdiği cevapta ifade ettiği gibi, kapitalist sınıf gelişiyorsa işçi sınıfı da yayılır ve büyür. “İşçi, işçi olduğu oranda köle olur. İşçinin sefaleti, emeğinin gücü ve kapsamıyla birlikte artar.” Dar sondajlara bakarak bütün bir toplumu çaresiz ve güçsüz göstermek, güç olanaklarını sorgulamamak hatadır veya kötü niyetli bir iştir.
Meselelerin teknik yönlerine hızlıca bakacak olursak, bugün kapitalist piyasaların soğutulması bakımından üretkenliğin pandemiden bu yana belirgin biçimde düşürülmesi, sanayisizleşme gibi eğilimler feodaliteyle değil, köleci dönemle kıyaslanabilir. İşleyiş mekanizmalarının bölgesel değil, evrensel ve merkezî karar alıcılara bağlı olması da köleci dönemi anımsatıyor; bir tercih yapılacaksa feodalite geride kalır. Yine ordu ve polis gücünün; sürekli, disiplinli, büyük bütçeli ve evrensel düzeyde ilişkili yapısı olsa olsa Roma ordularıyla mukayese edilebilir; kale beylerinin finanse ettiği ufak birliklerle değil. Bulut diye üzeri örtülen kablo temelli iletişim ağlarının kıtalar aşan yapısı, akla birkaç günde Suriye’den İtalya’ya mektup ulaştıran Roma yollarını getiriyor.
Günümüz kapitalist üretim ilişkileri bağlamından işlemeye devam eden değer yasası, artık değere el koymayı ortadan kaldırmış değildir. Bu mekanizmayı bozmayacak biçimde, vergiler ve enflasyon yoluyla işçi sınıfının uğradığı ikinci derin mülksüzleşme olgusu da köleninkiyle mukayese edilecek hâle gelmektedir. Serfin her hâlükârda hakkı olan üretim payı, kölenin mülksüzlüğünün karşısında bugüne daha uzaktır. Sürekli takibi mümkün kılan, vergi tahsilatından tüketim baskısına kadar mülksüzleşmeyi derinleştirmeye yarayan, kaçacak yolları tıkayan merkezî gözetim, takip ve yönlendirme teknolojilerinden feodalite çıkmaz; olsa olsa kölecilik çıkar.[9]
Biz bugün, yukarıda özetlediğimiz güncel gidişatın nereye varacağından emin müneccimler gibi çıkarımlar yapamayız. Analoji ancak anlama gayretine destek olabilir. Kapitalizmin üreteceği savaşlar, işçi sınıfının içinden çıkacak devrimci atılımlar her türlü analojiyi yerle yeksan edebilir. Unutmamak gerekir ki mülksüzleştirme yoluyla olsun, artık değere el koymak şeklinde olsun, üzeri örtülen, işçi sınıfının yaratan güç olduğudur. Her türlü mistifikasyon sömürü çarkına yaramaktadır.
–devam edecek–
Deniz Kuzey
25 Kasım 2025
Dipnotlar:
[1] Perry Anderson, Antikiteden Feodalizme Geçişler, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, 2020, İstanbul, s. 92, dn. 38.
[2] Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, çev. Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Kitap, 2011, İstanbul, s. 698, dn. 238.
[3] Marx, a.g.e., s. 280, dn. 160.
[4] Marx, a.g.e., s. 554.
[5] Marx, a.g.e., s. 789.
[6] Marx, a.g.e., s. 170.
[7] Marx, a.g.e., (yayımlanmamış bölüm) s. 794.
[8] “Büyük manifaktür işletmelerinin ev sanayisini yok etmesinin nedeni, köle emeğinin basitliğine yaklaşmaları değilse nedir?” James Steuart, An Inquiry into the Principles of Political Economy, Cilt 1, Londra 1767, s. 167-168. Aktaran Marx, a.g.e., s. 324, dn. 25.
[9] “Kölenin bütün emeği karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Buna karşılık ücretli emek söz konusu olduğunda, tersine, artık emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile karşılığı ödenmiş emek olarak görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emek, mülkiyet ilişkisi ile, diğerlerinde ücretli işçinin karşılığını almadan harcadığı emek para ilişkisi ile gözlerden saklanır.” Marx, a.g.e., s. 518.