Loading...

Üst Yapıda Hazırlık Dönemi


Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında, kurulu dünya düzeninin altüst olduğu, İkinci Paylaşım Savaşı’nın ufukta göründüğü yıllarda bugünküne benzer tartışmalar yürütülüyordu. Birinci Dünya Savaşı bir savaş olarak yarım kalmış, ilk fazında liberal düşünceyi, evrenselci eğilimleri boşa düşürmüştü. 1918-1939 eşiğinde, savaşın ikinci evresi için yapılan hazırlıklar kapsamında devletler reorganize olma ihtiyacı hissetti. Bu ihtiyaç; ekonomi, askeriye ve hukuk alanlarında dönüşümü zorunlu kıldı. Devlet, ekonomide ve hukukta varlığını hissettirdi. Artık belli bir toprağa bağlanmayan evrensel ekonomi de, hukuk da geri plâna itiliyordu. Bugün de dünya, genel bir savaşın sancılarını yaşıyor; savaşın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, siyasal zemini belirleyen bu vaziyettir. Kurulu düzenler sarsılıyor, topraklar el değiştiriyor, gümrük tarifeleri tartışmaya açılıyor, köklü rejimlerin tepesine yeni ekipler geliyor. Bu ortamda Türkiye, özellikle güneyine doğru yayılan siyasal, askerî ve ekonomik etkisine karşılık verecek hukukî gelişmelere gebe. Olası anayasa, vatandaşlık tanımı vb. tartışmaları, “Erdoğan iktidarının ömrünü uzatmak” gibi dar bir çerçevenin dışında düşünmek gerekiyor. “The Muhalefet”in cahilleştirici etkisinden kurtulmak gerekiyor; “hukukun üstünlüğü-Erdoğan keyfi rejimi” ikiliği gerçeği kavratmıyor. Hukukun üstünlüğü, insan hakları vb. kavramlar, bu kavramlara sıkı sıkıya sarılanların tuzağı işlevini görüyor. Bu bağlamda, siyasal iktidarın ve onun hukuk politikasını yürütenlerin meseleyi nasıl ele aldığını, kendilerini nasıl meşrulaştırdıklarını daha iyi anlayabilmemize yardımcı olması muradıyla Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı isimli kitabından kısa bir bölümü yayımlıyoruz.

* * *

En berbat kafa karışıklığı ise, hukuk ve barış kavramlarının halis siyasal düşünceyi engellemek, kendi siyasal girişimlerini meşrulaştırmak ve karşıtını diskalifiye ya da demoralize etmek amacıyla, siyasal anlamda kullanılması durumunda yaşanmaktadır. Hukukun (ister özel hukuk, ister kamu hukuku olsun) kendine özgü, görece bağımsız bir alanı vardır. En güvenli hâl ise hukukun, büyük bir siyasal kararın gölgesinde, yani istikrarlı bir devlet içerisinde var olduğu durumdur. Ancak hukuk da insan yaşamına ve düşüncesine ilişkin her alan gibi, bazen başka alanların desteklenmesi, bazen de reddi amacıyla kullanılabilir. Hukukun ya da ahlâkın böylesi kullanımlarına dikkat etmek, özellikle de hukukun “üstünlüğünden”, hatta egemenliğinden söz eden ifadeleri daha yakından sorgulamak, siyasal düşüncenin bakış açısından doğal olduğu gibi, ne hukuka aykırı ne de ahlâkdışıdır. Birincisi, burada “hukuk”la kastedilen, geçerliliğini koruması gerektiği düşünülen, yürürlükteki pozitif hukuk normları ile yasama usulleri midir? Bu hâlde “hukukun üstünlüğü”, belli bir statükonun meşrulaştırılmasından başka bir anlam taşımaz. Siyasal güçleri ya da ekonomik çıkarları, mevcut hukuk tarafından istikrara kavuşturulan herkesin, bu statükonun korunmasını isteyeceği aşikârdır.

İkincisi, hukuka dayanmak, statüko hukukunun karşısında daha üstün ya da daha doğru bir hukuk olduğunu –yani doğal hukuk ya da mantık hukuku– iddia etmek anlamına gelebilir. Bu hâlde siyasetçiler açısından hukukun “üstünlüğü” ya da “egemenliği” ile kastedilenin, insanların üstünlüğü ya da egemenliği anlamında anlaşılması doğaldır. Böylece insanlar daha üst hukuka dayanabilirler ve hukukun içeriğinin ne olduğunun nasıl ve kim tarafından uygulanacağına karar verebilirler. Hobbes, herkesten çok daha açık bir biçimde siyasal düşüncenin bu yalın sonuçlarını tereddütte yer bırakmayacak şekilde dile getirmişti. Hobbes’un sürekli vurguladığı şey, hukukun egemenliğinin, hukuk normlarını koyan ve uygulayan insanların egemenliği anlamına geldiğidir. Bu anlamda, eğer belli insanların daha üstün bir düzene dayanarak, daha alt bir düzenin insanları üzerinde egemenlik kurması gibi siyasal bir anlamda kullanılmıyorsa, “daha üstün bir düzenin” egemenliği boş bir laf olmaktan öteye geçmez. Buradaki siyasal düşünce, özerkliği ve kendi içindeki bütünlüğü dikkate alındığında, çürütülemez. Çünkü “hukuk”, “insanlık”, “düzen” ya da “barış” adına diğer somut insanlara karşı savaşan, hep somut insan gruplarıdır. Siyasal düşüncesine sadık kalarak siyasal olguları gözlemleyen birisi, ahlâkdışılık ya da sinizm ithamı pahasına da olsa, sahici insanların mücadelelerinde somut birer siyasal araç görür.

O hâlde siyasal düşünce ile siyasal içgüdü, teoride ve pratikte, dost ve düşmanı ayırt edebilme yeteneğinde kendisini gösterir. Büyük siyasetin doruk noktasını düşmanın açık ve net bir biçimde düşman olarak müşahede edildiği anlar oluşturur.

Carl Schmitt

1932

[Kaynak: Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis Yayınları, İkinci Baskı, 2012, İstanbul, s. 97-98.]