Yaşadığımız Düzen


1. Yaşadığımız çağ, toplumsal değişimlerin hızla gerçekleştiği tarihsel bir aralığı kapsar. Değişimin hızı itibariyle sosyal bilimciler, bu çağı ve toplumsal düzeni adlandırmak için “hız çağı, antroposen çağı, postmodern dönem, bilgi toplumu, gösteri toplumu” gibi çeşitli kavramlar kullanmaktadır fakat bu adlandırmaların her biri yaşanan değişimlerin bir yönüne göre yapılmaktadır. Bunun bir nedeni de her bilim dalının veri setine göre adlandırma yapılmasıdır. Tüm adlandırmaların üst başlığı “emperyalizm çağı” ve “kapitalist toplum düzeni” kavramlarında anlam kazanmaktadır. Bu bağlamda, Marksizme göre toplumlar tarihte sırayla dört aşamadan geçmiştir: ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum. Bu dört aşamadan sonra geçilecek toplum düzeni ise komünizmdir. Komünizme geçişi sağlayacak sosyalist toplum düzeni, tarihte Sovyetler başta olmak üzere çeşitli deneyimlerle sonuçlanarak bu geçişin mümkün olabileceği doğrulanmıştır. Aynı zamanda bu tarihsel süreç, Marx ve Engels tarafından sınıflar mücadelesi tarihi olarak şu şekilde açıklanmaktadır:

 

“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir. Tarihin daha önceki çağlarında, hemen her yerde, çeşitli zümreler hâlinde karmaşık bir toplum düzeni, çok çeşitli bir toplumsal mevki derecelenmesi buluyoruz. Eski Roma’da patrisyenleri, şövalyeleri, plebleri, köleleri; Ortaçağ’da feodal beyleri, vasalları, lonca ustalarını, kalfaları, çırakları, serfleri; bu sınıfların hemen hepsinde, gene, alt derecelenmeleri görüyoruz. Feodal toplumun yıkıntıları arasından uç vermiş olan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırmadı. Yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, eskilerin yerine yeni savaşım biçimleri getirmekle kaldı. Ne var ki, bizim çağımızın, burjuvazinin çağının ayırıcı özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: burjuvazi ve proletarya. Ortaçağ’ın serflerinden, ortaya, ilk kentlerin ayrıcalıklı kentlileri çıktı. Bu kentlilerden de burjuvazinin ilk öğeleri gelişti.”[1]

 

Marx ve Engels’in açıklamasında dikkat çeken noktalar; tarihin egemenler ile ezilenler arasındaki çatışmayla ilerlediği, sınıfların hiçbir zaman ortadan kalkmadığı, kapitalist aşamada toplumun burjuvazi ve proletarya olarak iki sınıfa ayrılarak kent merkezlerinde toplandığıdır. Marx ve Engels’in dikkat çektiği başka bir nokta ise burjuvazinin toplumsal düzeni yeniden şekillendirirken insanı insan yapan bütünlükleri parçalayarak insanın değer sisteminin içini boşaltmasıdır:

 

“Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynadı. Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, dar kafalı duygusallığın en ilâhî vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin hâlelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi. Burjuvazi, aile ilişkisindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu salt bir para ilişkisine indirgedi.”[1]

 

Burjuvazinin kendinden önceki toplumsal aşamalardaki egemenlerden farkı, üretimin ortaya çıkardığı artı değere el koymak için proletaryayı sömürmesidir. Bu durum, kâr hırsının sonucudur. Sömürü düzeninin devam etmesinin en önemli koşulu, proletaryanın kendi ürettiği artı değerden payını almasının engellenmesidir. Proletaryanın artı değere ve üretim araçlarına sahip olabilmesinin yolu, sınıf bilincine sahip olup burjuvaziyle mücadele etmesidir. Sınıf bilincine sahip olmak, ideolojik mücadeleyi güçlendirmekle mümkündür.

 

 

 

2. Burjuvazi, proletaryanın sınıf bilincine sahip olmasını engellemek için ideolojik ve baskı/zor aygıtlarını devreye koyar. Baskı aygıtları, zorun kullanılmasına dayandığından hazırda tutulmaktadır. Asıl baskılama, ideolojik aygıtların süreğen şekilde işlemesiyle gerçekleşir. Burjuvazinin yaydığı bilinç çarpıklığını engellemek için sınıf bilincine sahip olmak, bu anlamda, maddî koşulların bilinci belirlediğini kavramak, tarihsel materyalizmi ve diyalektiği yöntem olarak kullanmak gerekir.

 

3. Geldiğimiz aşamada burjuvazinin yarattığı kapitalist toplum düzeninde insana dair hiçbir değer kalmamıştır. Sanatın iyileştirici ve kitleleri harekete geçiren gücü, “dinin kalpsiz dünyanın kalbi” olma özelliği, bütünlük kapsamına giren toplumsal bağlar yok edilmiştir. Oluşan bu yeni mevcut tablonun çözümlenmesi sınıf bilincinin kazanılması yolunda başlangıç noktası olabilir, çünkü burjuvazi egemen sınıfı oluşturur ve proletarya karşısında sınıf bilinciyle hareket eder.

 

Kapitalist Toplum Düzeninin İdeolojik Aygıtları ve Somut Örnekler

 

4. Marx, “dini kalpsiz dünyanın kalbi” olarak tarif eder. Bugün dinlerin insana inanç aracılığıyla kazandırdığı iç huzura erişme gücü, kâr hırsı uğruna zayıflatılarak, yerini yeni bir motivasyona bırakmıştır. Sömürü düzeninin sürmesi adına din, ideolojik bir aygıta dönüştürülmüştür. Bunun somut örnekleri toplumsal bütünlüğün burjuva ideolojisine hizmet edecek şekilde tarikatlar ve çeşitli dinî yapılar aracılığıyla kurulmaya çalışılmasıdır. İş cinayetlerinin ve afetlerin nedeni olarak önlem alınmaması değil, “kaderin tecelli etmesiyle gerçekleştiği” telkini, dinî yapılar aracılığıyla geliştirilmektedir. Kapitalist düzenin yarattığı uyuşturucu, depresyon ve değer yitimi bataklığından çıkış tarikatlar aracılığıyla bireyin tövbe etmesine indirgenerek, insanın düzenle mücadele etmesinin önüne set çekilmektedir. İnançlı kişinin tövbe etmesi, bir şeyh aracılığıyla gerçekleştirilip kişi ile yaratıcı arasına rahip konulmasına yol açarak dinî yapıların otorite olmasına yol açar. Bir tarikat liderinin ölümünden sonra ortaya çıkan taht kavgasında, bugüne kadar yapılan tüm tövbelerin “iptal edildiğinin” duyurulması, oluşturulan rahiplik statüsünün somut göstergesidir.

 

Bugün okul öncesi eğitim düzeyinden tüm yaş gruplarına kadar bu yapılarla toplumsal kesimlerin ilişki kurduğu sosyal bilimcilerin araştırmalarına yansımaktadır. Bu yapılar, çeşitli iş, burs, yurt imkânları sağlayarak proleter kesimleri kendine bağlayıp yoksulun mücadele azmini kırmaktadır. Yoksulluğun övgü sayılması ve çile çekilince daha büyük bir ödüle kavuşulacağı yönünde yapılan telkin, bilinç çarpıtmasının başka bir yöntemidir. Depresyonun ve anksiyetenin önemli bir belirtisi sayılan gelecek kaygısı bu şekilde bastırılır.

 

 

 

Marksizme uygun olarak, maddî koşulların bilinci belirlediği gerçeğinden hareket edildiğinde, psikiyatrik sorunların asıl nedeninin sömürü düzeni olduğunun üzeri kapatılarak asıl nedenin kişiyi etkisi altına alan simülatif/ruhanî varlıklara bağlanması, diğer bir dikkat çekici noktadır. Bu bağlamda, burjuvazinin diğer ideolojik aygıtı olan medya, dinî yapılanmaların propagandası için kullanılabilir hâle getirilmektedir. TV kanalları, yazılı medya ve Youtube platformunun bu tür yapıların pratiklerini yeniden üretmesi için uygun duruma getirilmesi sınıf mücadelesi açısından tartışılması gereken noktadır, çünkü burjuvazinin sömürü düzeni toplumsal ve bütün olana karşıdır. Bu düzlemde tarikatların toplumsal bütünlük sağlama aracı olduğu yanılgısı ortaya çıkabilir fakat burjuvazi, sınıf bilincini sağlayacak bütünlükleri parçalamayı hedefler. Sömürü düzenine hizmet eden hiçbir bütünlük, burjuvazi açısından tehdit oluşturmaz, aksine, bu tür bütünlükler, sömürülen kesimlerin kontrolüne neden olduğundan burjuvazi için avantajdır. Ortaya çıkan durumda solun en büyük yanılgısı ise meseleye sınıf mücadelesi açısından bakamamaktır.

 

Meseleyi pozitivist duruşla “İranlaşmak” kaygısı bağlamında değerlendirmek, temel çelişkinin kavramsal alanının laiklik meselesiyle doldurulmasına yol açar. Böyle bir yaklaşım, kimlik mücadelesine sebebiyet vererek, halkı ve işçi sınıfını kimlikler üzerinden parçalama riskini taşır. Sömürü düzeninin devamlılığı noktasında mesele İranlaşmak değil, daha çok proleterleşmek ve güvencesizleşmektir. Bir başka risk ise toplumsal dinamiğin önemli bir kolunu oluşturan inanç alanına müdahale etme durumuna düşerek, değerlerin çatışması girdabına girmektir. Sovyet deneyiminde de olumlu yansımalarla görüldüğü gibi inanç, müdahale edilecek alan değildir. Böyle bir hata, yaşam tarzı ile inancın karşı kamplara bölünmesine neden olur.

 

Laiklik mücadelesini Ortadoğu’yu işgal etmek için rıza üretme aracı olarak kullanan emperyalizm, başka bir ülkede de laik-seküler kesimlerin karşısında yer alan bir kesimi de destekleyebilmektedir. Bu yüzden meselelere sınıfsal açıdan bakılması şarttır.

 

5. Hurafe düzenine seküler kesimlerin dâhil edilme süreci ise yine burjuvazinin ürettiği araçlarla gerçekleştirilir. Kendisini “laiklik savunucusu” olarak tanımlayan seküler kesimler, “gericilik” karşıtlığına bir kimlik olarak sarılırlar fakat bu kesimlerin kişisel gelişim kitaplarına, yogaya, enerji taşlarına ve sihirli takılara, fala ve tarota, evrene mesaj yollamaya, astrolojiye ve burçlara, çekim yasalarına bağlanması “seküler hurafe” yöntemleri olarak sınıf bilincini baskı altına alır. Karşısında yer aldığı kesimin/kimliğin gelecek kaygısını bastırma yöntemleri ve algı çarpıtması, aynı mekanizmanın ürünüdür. Burada da bir problemin farklı çözüm yollarına sahip olmasının sonucu değiştirmediği matematik alanında görülen benzer türde bir durum söz konusudur.

 

6. Sömürü düzenin sürmesi için burjuvazinin devreye koyduğu ideolojik aygıtların bir diğeri de medyadır. Yazılı kültürün içerik olarak zayıflayıp görsel kültürün etkisini artırdığı günümüzde medya, sınıf bilincini bastırmak için kitlelerde algı manipülasyonu yaratır. Tartışma programları, “uzman” ve “aydın” kişilerle doldurularak halkın algısı manipüle edilir. Haber bültenleri, yalan üretim programı görevi üstlenmektedir. Verilen haber, burjuvaziye destek olmaktadır. Üçüncü sayfa niteliği taşıyan haberler adlî vakalar niteliğindedir ve suçu üretenin sömürü düzeni olduğu gizlenerek, suç bireyin sorumluluğuna yüklenir. Sabah programlarında sunucu, yargı dağıtıcı rolüne büründürülerek, halkın yoksul kesimlerinin içine saplandığı yozlaşma batağında üretilen çarpıklıklarda yine suçlu olanın bireyin kendisi olduğu sunulur. Toplumsal eylemler, medyada kaos göstergesi olarak kitlelerin zihnine işlenir. Dinî programlarda “uzman” ilâhiyatçı, rahip yerine konulur. Reklâm kuşağıyla halk tüketime teşvik edilir. Bir yıl boyunca çekilen sayısız dizide şiddet, cinsellik, rekabet kültürü, bencillik ve yozlaşma ekrana taşınır. Dizilerde yoksul halk kesimleri zengin olmak için sürekli çeşitli suçlar işleyen “kötü” bireyler yığını olarak konumlandırılır. Netflix, Blue TV gibi çeşitli dizi platformlarında emperyalizmin gerçekleştirdiği algı manipülasyonu kitlelerin zihnini işgal eder. Tüm bu özellikleriyle medyanın diğer bir görevi de kitleleri belleksizleştirerek tarih bilincinden soyutlamaktır, çünkü o, hep şimdiyi esas alır.

 

7. Sömürü düzeninde bireysel özgürlük alanı diye pazarlanan sosyal medya, birey olabilmenin yeniden üretim ve kitleleri kontrol merkezidir. Her bireyin kimlik kartı gibi her anını, mahremini, kişisel bilgilerini, görüşlerini, yaşam biçimini, konumunu açık ettiği alan sosyal medyadır. Mutlu olabilmek görünür olmaya indirgenir. Sahte hesaplar açarak küfür, şiddet propagandası, taciz, pornografi, dolandırıcılık yeniden üretilir. Protestonun ve adalet aramanın sosyal meydanı sosyal medyaya dönüştürülür. Hiçbir kanıta dayanmadan bir insanı tacizci olmakla suçlayarak ifşa etmek, sol çevreler eliyle üretilir. Sokakta duvara yazı yazmak, sosyal medyada tweet atmaya, hak arama temelli afiş asmak görsel paylaşmaya, duyguları ifade etmek emojiye, yüz yüze geliştirilen sosyal ilişkiler ve kitleselleşme takipçi toplamaya, gülmek ise bir dizi sessiz harfin anlam içermeyecek şekilde yan yana getirilmesine dönüştürülür. Acının ifade edilerek paylaşımı, sosyal medyanın ağlama duvarı ritüeline çevrilmesiyle pratiğe dökülür. Tiktok gibi uygulamalarla her yaş grubu bir araya gelerek anlamsızlığı ve pornografiyi yeniden üreterek zengin olmanın yollarını arar. Youtube gibi platformlarda, isteyen her birey bir kanal açarak medya patronluğuna erişir. Takipçi sayısına göre medya patronluğunun gücü test edilir. Akıllı telefonlara yüklenen oyunlar vasıtasıyla kitleler, küçük bir ekrana hapsedilerek beden ve zaman kontrolü burjuvazi eliyle hayata geçirilir. Ekran bağımlısına dönüştürülen birey; bütünlük oluşturan arkadaşlıktan, aileden, sosyal ilişkilerden yalıtılarak toplumsal yapıların dışına itilir.

 

 

 

8. Sömürü düzeninde mutluluk haz merkezlidir, sürecin değil, ânın ürünüdür, mütemadiyen tüketilen ânın yerine yeni haz anları konulmadığı sürece mutluluk sağlanmaz. Alkol, uyuşturucu ve cinsellik tüketim nesnesine dönüşerek, acıdan kaçış motivasyonu sağlanır. Alkol, aynı zamanda rahatlama aracı olarak sunulur. Uyuşturucu, sınıf çelişkisini ve düzeni sorgulamamanın aracıdır. Yoksul kesimlerin bulunduğu semtlerde yoğun bir şekilde tüketilen uyuşturucu, kişiyi halüsinasyon görmeye kadar vardırarak bilinç bulanıklığına yol açar. Kolay zenginleşmenin yolu olarak sunulan madde satışı, kullanan açısından egemenler tarafından kontrol edilebilir bir beden formuna bürünme olasılığıdır. Kullanan kişinin zihni, maddî gerçeklerden uzaklaştırılarak uyuşuk bir yolculuğa terk edilir. Uyuşturucunun proleter kesimlerin kullanımına sunulması, emperyalizmin dünya halklarını sömürmesinin en yoz aracıdır.

 

Kendisinin “sol” olduğunu iddia eden çevrelerin Batı merkezli propagandayla uyuşturucu kullanımını özgürlük olarak pazara çıkarması, solun ve insan olmanın değerlerine yapılan büyük bir saldırıdır. Bağımlılığın olduğu yerde özgürlük bir yanılsamadır. Maddeyle kullanan kişi arasında efendi-köle ilişkisi yeniden üretilir. Uyuşturucu, gerçeklerden kaçmanın aracıdır. Yoksul semtlerde uyuşturucu kullanımının artması ve bunun sonucunda işlenen suç sayısındaki artış, aynı zamanda yoksulların tehlike saçan insanlar olduğu algısını üreterek toplumsal yapıda yeni bir yarılmayı beraberinde getirir.

 

Sovyet ve Çin deneyimi incelendiğinde uyuşturucu artışının Soğuk Savaş yılları sonrasında üçüncü dünya ülkelerinin halklarına satışa sunularak gerçekleştiği görülecektir. Solun herhangi bir kesimi uyuşturucuyu meşrulaştırma çabası içine giremez, zira solun bu bataklığın tam karşısında konumlanmak gibi bir tarihsel sorumluluğu vardır. Aksi durum, emperyalizme hizmet etmek ve sınıf uzlaşmacılığı demektir.

 

Hazzın kontrolü kapsamında cinsellik de tüketilebilir bir aktivite olarak algılatılır. Cinselliğin beden teorileri kapsamında bireysel özgürlük olarak tarif edilmesi, “ilkele dönüş” denilen gericiliğin başvurduğu bir aparattır. İnsanî değerlerin terk edildiği her alan, çürümeyi beraberinde getirerek bireysel çöküşe zemin hazırlar. Burjuvazi için cinsel kimlikler tüketici profilidir ve üretilen meta ona uygun hâle getirilir. Sadece bu noktadan bakıldığında, giyimden gıda sektörüne kadar emperyalist şirketlerin farklı cinsel kimliklere uygun meta üretmesi, demokratik bir duruşun ötesinde sömürecek kitle arayışı olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda, emperyalizmin hiçbir ezilen kimliğe destek olmayacağı gerçeğinden hareket edersek, farklı cinsel kimliklerin protestoları ve görünür kılınmaları için neden bu çevrelere fon dağıttığı ve moral destek sunduğu tartışılmalıdır. Bu doğrultuda 1990 sonrası süreçte bar ve meyhanelerin işletmesinin sol kesimlere terk edildiği de tartışmaya açılmalıdır. Meseleye sadece ahlâkî değerler ve yozlaşma üzerinden bakmak, ezilenlerin burjuvazi ve egemenler tarafından kitleleri uyuşturduğu ve kontrol altına aldığı gerçeğinin üzerini “özgürlük” kavramıyla örtme riskini taşır.

 

9. Sömürü düzenini ayakta tutan ideolojik aygıtlara bilim de eklenmiştir. Kapitalist toplumda tıp, halk üzerinde otorite olarak yer alır. Hekimin beyaz önlüğü, düzen bekçiliğinin üniforması olarak ele alınır, böylece hekimliğin özü değişikliğe uğratılır. Salgın döneminde tıp otoritesi burjuvaziye hizmet ederek kendisine verilen görevi yerine getirmiştir. Aynı otorite, önce aşının ve kapanmanın tek çıkış yolu olduğunu kitlelerin zihnine işledi, salgın bitiminde ise aşının zararları kanıtlandığında sessizliğe büründü. Denenmeden ve güvenirliği yeterince kanıtlanmamış aşılara karşı olanlar “bilim düşmanlığı” ve “gericilik”le suçlandı. Aynı şekilde psikiyatri, sistemin ideolojik aygıtı görevini üstlenmiştir. Dünyada 300 milyonun üzerinde insanın anksiyete ve depresyon teşhisi konularak antidepresana bağımlı hâle getirilmesi, onun kapitalist farmakolojiye hizmetinin bir sonucudur. Antidepresan kullanan birey, gerçek sorunlarının temelinin sömürü düzeninden kaynaklandığı gerçeğinden uzaklaştırılarak, zihni kontrol altında tutulan bir bedene dönüştürülür.

 

Kapitalizme kadar serotonin keşfedilememiştir. Buradan, depresyonun asıl kaynağının kaygı düzeni olduğu gerçeği gizlenmiştir. “Kişi, sadece maddî imkânları yerinde olduğunda depresyona girmez” yanılgısının önüne geçmek adına, kapitalist düzenin kişiyi bütüne bağlayacak hiçbir değer oluşturmaması sebebiyle, depresyonun ve çöküşün kaçınılmaz olduğu gerçeğini vurgulamak gerekir.

 

Tıp konusunda değinilmesi gereken diğer bir nokta da bugün insanların acil servislerde saatlerce muayene beklemesi, hasta yakınlarının hastane bahçesinde barınmak zorunda kalması, kişinin hekimle görüşmesinin neredeyse 5 dakikaya inmesi, sistem krizinin sonucundaki bürokratik sıkıntıdan kaynaklanan bir durum olarak hasta ile sağlık çalışanlarının karşı karşıya gelmesidir. Tıp otoritesi, bu konuda herhangi bir toplumsal çalışma programına sahip değildir.

 

Kitleleri değil de bireyin kimliğini çalışma alanı olarak tercih eden sosyoloji de sömürü düzenine hizmet eder. Kitlelerin araştırılması sömürünün gerçek tahribatını ortaya çıkaracağından, sosyolojiye biçilen görev, bireyin öznel deneyimlerinin çalışma konusu olarak seçilmesidir. Bu toplamdan hareketle kapitalist düzen, bilimi de kendi tekeline alarak, onun maddî gerçeklerden hareket etme özelliğini yok etmiştir. Bilimin nesnel gerçekle hareket ettiği nokta, teknoloji üretimine sunduğu katkıdır.

 

10. Sanatın özünden uzaklaştırılması, Marx’ın işaret ettiği gibi, tüm insanî değerlerin pazarlanmasıyla gerçekleşmiştir. Aristo’nun dikkat çektiği, özelde trajedinin genelde sanatın arındırıcı (katarsis) özelliği sömürü düzeninde sahnenin dışına çıkarılmıştır. Artık tiyatro, sadece zaman doldurma, deşarj olma ve fotoğraf çekme yeri olan gösteri merkezidir. İzlenen oyunlar kitlede hiçbir etki oluşturmamaktadır. Tiyatro oyunu diye sunulan gösteri, pespayeliğin üretildiği temsillerdir. İnsanın dikkat süresinin düştüğü iddiasıyla hareket edilerek, oyun süresi de gitgide düşürülür. Her oyunun sonunda ayağa kalkıp alkışlamak, sanatın yeni ritüelidir. Oyundan çıkınca oyun üzerine yürütülen tartışma, en fazla 5-10 dakikayla sınırlıdır. Benzer şekilde müzik, enstrüman ürünü olmayan bilgisayar stüdyolarının çıktısı olarak üretilip ifade ettiği sözlerde insanî değerleri esas almayan, kapitalizmin bireyciliğini propaganda eden gürültü kirliliğidir ve toplumsaldan bireye çekilmenin alanıdır.

 

Bugün müzik, ölmüş bir alt kültür olan arabeskin canlandırılarak TV kanallarında karşımıza çıkarılmasından ibarettir. Sol eliyle “ezilenlerin ve varoşların isyanı” diye lanse edilen arabeskin burjuva medya dizilerinde neden son on yıldır yeniden üretildiği gerçeği, solun argümanını çürütmekte ve arabeskin gerçek niteliğini ortaya çıkarmaktadır.

 

Bugün emperyalizm aracılığıyla yayılan Kore kültürü, K-pop müzik ve onun en önemli grubu BTS, gençliği tek tipleştirerek yurtsuz birer yığına dönüştürüp, onun kendi kültürel kodlarını unutturmaktadır. Bu yönüyle yerel olan “geri” olarak algılatılmaktadır. Evrensele karşı yerelin savunulduğu safsatası böylece boşa düşer.

 

Sömürünün metası olan diğer bir sanat dalı edebiyattır. Edebiyat, kapitalist düzenin çelişkilerine yönelerek insan gerçeğine dayanmak yerine, bireyin varoluş sancılarına ve bireyci bunalıma yönelmektedir. Bu yönüyle edebiyat insansızlaştırılmıştır. Bu sürecin ortaklarından biri de sol çevrelerin kültür alanındaki lobici faaliyetleri ve kapitalizmin kültürü olan rekabete yaslanan ödül törenleridir. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki artık edebî türlerin arasındaki sınır bulanıklaştırılarak neyin şiir, neyin roman, neyin öykü olduğu belirsizleşmiştir.

 

Sosyal medya aracılığıyla görünür olmanın mutlu ettiği toplumsal düzende heykele yer kalmamıştır. Spor salonlarında ve çeşitli tıbbî yöntemlerle heykele dönüştürülüp duygudan arındırılan beden, sosyal medya hesaplarında dijital bir heykeldir, ama bu dijital heykel birbirinin kopyası şeklindedir. Dijital dünya düzeni her dakika narsisizm üretmektedir. Öyle ki heykeldeki gibi sosyal medyada da beden çıplaktır, onun kadar duygusuzdur. Fotoğraf, heykeli bertaraf ettiği gibi resmi de geri plana atmıştır. Resim, sadece anlamsızlığın üretildiği çizgi yığınıdır ve bu yığın sergilerde pazara sunulan bir metadır.

 

Aynılaşma/tek tipleşmenin ürünü olan günümüz mimarisi de hiçbir özgünlüğüne ve estetik forma sahip olmayan taş, cam ve metal birleşimidir. Bütün binalar birbirine benzer duruma getirilir. Bir binanın iş yeri mi, plaza mı, konut mu olduğu belirsizdir. Mimarın yaratıcı estetik zihninin yerini bilgisayar programı alır.

 

Sömürü düzeninin ürünü olan sanatsal yönelimin karşısına konumlanacak alternatif bir sanat yönelimi de sol aracılığıyla genelden özel olana, toplumsaldan bireysele, disiplinden bireyci özgürlüğe geçilerek bitirilmiştir. Sınıf bütündür, sınıf mücadelesi yerine bireyin kimlik mücadelesi verildikçe toplumcu sanat da tarihte bir nostaljiye dönüşmüştür. Oysaki her mücadele kendi sanatını üretir. Mücadelenin dayandığı felsefî zemin ve hareket biçimi ürettiği sanatın da kavramlarını, sözlerini, özünü ve biçimini oluşturur. Neyin mücadelesi veriliyorsa ortaya çıkan sanat da odur. Bu bağlamda, anarşist yönelim ve kimlik mücadelesini üreten küçük burjuva şımarıklığı sol müzik diye Bandista’yı kitlelere sunar, 1 Mayıs’ta kitleye o dinletilir. Ekonomik kriz koşullarında yapılan basın açıklamalarında ve fabrika önlerinde kadın işçilerin grevinde sendikalar Tarkan’ın neyin geçeceğini belirsiz bıraktığı “Geçcek” şarkısını dinletmeyi tercih eder. Mitinglerde kitleye “Karanfil Eker Misin” dinletilir. Gülşen, laiklik bayrağı yapılır. Sol bir partinin festivalinde Gazapizm sahneye çıkarılır. Bu vb. örnekler solun sanat alanındaki tıkanıklığını gösterir ki bunun temel nedeni sınıf mücadelesinin terk edilmesidir, çünkü sınıf mücadelesi yürütmeyenin toplumcu sanatı da olmaz. Toplumcu sanat, sömürü düzenine terk edilen insan gerçeğini merkezine alarak sınıfa motivasyon, cesaret ve psikolojik üstünlük, değer ve inanç aşılar.

 

Burjuva İdeolojisinin Felsefî ve Politik Kaynakları

 

11. Sömürü düzenini sürdüren burjuva ideolojisinin beslendiği politik ve felsefî temellerinin açığa çıkarılması, sınıf mücadelesini engelleyen düşünsel boyutun netleşmesini ve teşhir edilmesini sağlar. Bugün sınıf mücadelesinin ideolojik kaynağını oluşturma sorumluluğuna sahip sol hareketler, anti-Marksist teorilerle toplumsal hareket düzlemine sıkışmışlardır. Sınıfsız ve sömürüsüz düzenin kurulmasına engel olan her oluşum ve felsefî-politik akım burjuva düşüncesine hizmet ederek, sömürünün derinleşmesine neden olmaktadır.

 

12. Sol, Sovyetler’in dağıldığı tarih olan 1990 sonrası süreçte toplumsal olandan bireyci olana kaymıştır. Bu eksen kaymasında beslendiği anti-Marksist politik akımların başında bireyci ve kimlikçi anarşizm gelir. İlk kuşak toplumcu anarşistlerin aksine günümüz anarşizmi bireyin özgürlüğünü merkeze koyar. Bu bağlamda, solun yanında durduğu anarşist çevreci hareketlerin ideal düzeni, ekolojik bir dünyadır. Protestocu ve sivil toplumcu öze sahip olan bu hareketler ve veganlar, ekolojik tahribatın nedenini sadece kapitalizmden ziyade “bilinçsiz” bireyin gündelik pratiklerine bağlar. Bu yönüyle kimlikçi bir duruş arz eder. Hayvan özgürlüğü hareketi de bu oluşumların kapsamındadır. Hayvan özgürlüğünü kısıtlayan, ekolojik tahribatın ve iklim krizinin ana nedeni, sömürü düzenidir. Sömürü düzeninin mimarı ise doymak bilmeyen kâr hırsıyla hareket ederek insanı ve doğayı sömüren kapitalizmdir. Üretim ilişkilerinden ayrıştırılıp yürütülen protestocu hareketlerin başarıya ulaşma imkânı bulunmamaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri devam ettikçe birkaç çiftlikteki hayvanı özgürleştirmek, kurulmak istenen türler arası eşitçi düzeni geciktirir. Bu hareketlerle yan yana olmak ve sınıf temelinde birleştirmek yerine sivil toplumculuğu Marksizme eklemlemeye çalışmak olsa olsa anti-Marksistlik yapmaktır, çünkü sömürünün nedenini bireyin “bilinçsiz” yaşam pratiklerine indirmek burjuvazinin suçunu proletaryayla üleştirmek riski taşır. Tarihin tekerinin geriye dönmeyeceğinden hareketle Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki makine kırıcılığıyla bugünkü ekolojist hareketlerin düştüğü hata aynıdır. Tarihsel ilerleme durdurulamaz. İlerlemenin yıkıma yol açmaması, artı değerin paylaştırılmasıyla mümkündür. İhtiyaç fazlası metanın üretilmeyeceği bir düzen ihtiyaç dışı tüketimi de sonlandıracaktır. Bu bağlamda, ilerlemenin karşısında yer alarak ilkele dönmeyi savunan primitif anarşist John Zerzan’ın görüşleri Marksist teoriyi sulandırmaktadır:

 

“Çalışmanın gerekliliği (Marx) ve baskının gerekliliği (Freud) aynı şeyi ifade eder; uygarlığı. Bu yanlış yönelimler insanlığı doğadan koparmış ve ‘kitlesel nevroz kronolojisinin muntazam bir şekilde uzaması’ olarak değerlendirilebilecek tarihi doğurmuştur. (…) Marx, hatalı bir şekilde, derinleşen maddî bir yoksullaşmanın, bir başkaldırıya ve böylece sermayenin düşüşüne yol açacağını öngörmüştü. Sakın başkaldırıyı yeniden gündeme getiren olgu, giderek artan psikolojik acılar olmasın; hatta direnişin son umudu da bu olmasın?”[2]

 

Onu bireyci anarşistlikle suçlayan ve kendisini toplumcu anarşist olarak tanıtan Murray Bookchin’e ait görüşlerden birini incelemek onun politik hattını açığa çıkarabilir, karşısında yer aldığı Zerzan gibi Bookchin de geriye dönüşü savunan bir gerici teorisyendir:

 

“Nihayet, bir bütün olarak bu kitabı yönlendiren şey, insan gelişmesinin temeldeki ‘toplumsal sorunu’ olan hiyerarşi ve tahakküme verdiği ağırlıktır; bu, ekonomik temelli sınıf sorunu ve emeğin sömürülmesinden farklıdır. Toplumun indirgenemez ‘sorun alanları’ yalnızca fabrikadaki ücretli emek ve sermaye arasındaki çatışmalarda değil; aynı zamanda aile içindeki yaş grupları ve cinsiyetler arasında, okullardaki hiyerarşik eğitim tarzında, kent içinde gücün bürokratik gaspında ve toplum içindeki etnik bölünmelerdedir. Son tahlilde bunlar, aileyle başlayan ve en belirgin toplumsal biçimlerine fabrikada, bürokraside ve askeriyede ulaşan hiyerarşik bir emir-komuta zihniyetinin eseridir. Bu sorunların kapitalizmden çok önceleri ortaya çıktığından fazlasıyla emin değilim. Burjuva toplumu, ironik bir biçimde bu sorunları ekonomik kisve altında yüzlerce yıldır gizlemiştir. Marx, ailede, okulda, bürokraside ve yaş gruplaşmasında yatan emir-komuta ilişkilerinin altta yatan biçimlerini göz ardı ederek ya da daha kesin söylemek gerekirse, sınıf oluşumlarını öncelikle üreten hiyerarşik ilişkileri derinlemesine irdelemek yerine sınıf ilişkilerini ‘toplumsal sorun’la özdeşleştirerek, bu tarihsel kaçamağın kurbanı olmaktan kurtulamadı. Gerçekten de Marksizm kapitalizmin par excellence ideolojisi olabilir; çünkü yönelttiği eleştirinin temel özelliği, kapitalizmi ayakta tutan temel kültürel duyarlılıklara meydan okumadan, kapitalist üretimde odaklanmasıdır. Her devrimci hareketin toplumsal olduğu kadar kültürel de olması gerektiğine dair ısrarım kitle kültürüne duyulan aşırı bir tiksintinin basit bir ürünü değildir; bunun, devrimci bir projenin genelde hiyerarşi ve tahakküm sorunlarını kavrayamadığı, kısaca hiyerarşik bir duyarlık yerine ekolojik duyarlığı geçiremediği takdirde eksik kalacağı inancında yatan daha derin kökleri vardır (…) Geçmişe ‘dönemeyeceğimiz’ varsayımı, o geçmişe gözlerimizi kapamanın eskimiş bir bahanesi ya da geçmişten öğrenebileceklerimizin koşulsuz bir inkârı hâline gelebilir.”[3]

 

Bugün ülkemizde Marksizmi aştığını iddia ederek radikal demokrasiyi savunan –yerel yönetimlerle doğrudan demokrasiye geçme yönünde ideali olanlar, konfederalistler– politik çevrelerin beslendiği kaynak Bookchin’in ekolojik toplum teorisidir. Bu çevrelerin sosyalist hareket olarak propaganda edilmesi Marksizme açık saldırıdır, tarihsel materyalizmin reddidir. Aynı zamanda solun Bookchin’in görüşlerini savunması alt yapı ile üst yapı ilişkisini bulanıklaştırarak sınıf bilincini zayıflatmasına neden olmaktadır.

 

Sınıf bilincini bulanıklaştıran, toplumsal olanı bireyci olanla takas eden, bütünü parçalayarak atomize olmayı savunan, bireyin özgürlüğünü mücadele ideali olarak gören yeni solun gizli teorisyeni bireyci anarşist Max Stirner’dir. Yaşamın anlamının ve insanın kurtuluş mücadelesinin aşkınlığını reddeden Stirner için halk ölmüştür ve yaşaması gereken “ben”dir. Egoistlerin birliğinin kurulmasını savunan Stirner’in tezlerinden biri incelenirse, bugün fotoğraflarda bireyin zafer işareti yaparak kendi özgürlüğünü yakaladığını zannetmesi, toplumsaldan kopuşun gerçekleştiğini daha net gösterebilir. Onun biricik ve tanrısal saydığı bireyi kutsayıp toplumsal mücadeleyi reddetmesi, burjuva ideolojisinin değirmenine su taşıyarak kapitalist toplumda yaşanan insanî krizin derinleşmesine hız kazandırmaktadır, çünkü onun için burjuva da proletarya da bir bütünlük arz eder ve onlar arasındaki sınıf mücadelesine dâhil olunmaması gerekir. Bookchin’in emperyalizm çağında kurtuluşu ikili iktidarda görüp sistem içinde özerkliği kutsamasıyla toplumsal varlık olan insanın özerkliğini kutsayan Stirner, aynı düzlemde buluşmaktadır. Stirner, aynı zamanda, hak mücadelesini gereksiz görür çünkü haklı olmanın koşulunu güçlü olmaya bağlar, ancak birbiriyle çelişen tezlere sahiptir çünkü hem mücadeleyi reddeder hem de özgürlüğün üzerindeki baskının dağıtılmasını ister, oysaki özgürlüğü kısıtlayan sömürü düzenidir. Bu yönüyle Nietzsche’yi de üst-insan, güç istenci, proletaryanın ayak takımı olarak görülmesi noktalarında etkilemiştir.

 

“O hâlde tamamen Bana ait olmayan davalar defolsun gitsin başımdan! Siz davamın en azından ‘iyi bir dava’ olması gerektiğini düşünüyorsunuz değil mi? İyi nedir, kötü nedir? Benim meselem, Ben Kendimim ve Ben de ne iyiyim ne de kötü... Her ikisinin de Benim için bir anlamı yoktur.

 

Tanrısal şeyler Tanrı’nın meselesidir; insanî şeyler ise insanın... Benim meselem, ne tanrısaldır ne insanî; hakikat, iyilik, adalet, özgürlük vs. de değildir, sadece ve sadece Benim olandır ve genel olmayıp, tıpkı benim biricik olduğum gibi, o da biriciktir.

 

Benim için Benden daha önemlisi yoktur! (…) Güç kimde ise hak ondadır. Eğer sizde bunlardan biri yoksa, diğeri de yoktur.”[4]

 

Koyunların konuşma özgürlüğü olduğunda bu yeteneğin işlerine yaramayacağını iddia eden Stirner ile işçi sınıfını ayak takımı olarak gören ve üst-insanı kutsayan Nietzsche’nin ortak noktası sömürü düzeninin varlığını sürdürmesinde beis görmemeleridir. İki düşünürün tezlerinin hem Hitler faşizmini beslemesi hem de işçi sınıfının mücadelesini güçlendirmeyi tali görev sayan günümüz soluna –gizli– esin kaynağı olması tarihsel bir kara mizahtır.

 

13. İnsanın kurtuluş mücadelesinin sömürü düzenini yok etmekten geçmediğini sol maskesi takarak savunup sınıf bilincini güçlendirmeyi amaçlamayan düşünce sistemlerinden biri de Laclau ve Mouffe’un geliştirdiği radikal demokrasi projesidir. Bu projeye göre emek-sermaye çatışması temel çelişki olarak kabul edilmeyip, bunun yerine sivil toplum-devlet gerilimi yerleştirilir. İşçi sınıfı, tarihe yön verecek özne değildir, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurmak yerine burjuva demokrasisinin genişletilerek sivil toplumun güçlendirilmesi esas alınır, sivil toplumu ise ezilen kimlikler oluşturur ve onların mücadelesini yeni sol hareketler yürütür. Bu projenin temel yanılgısını proletaryanın evrensel bir “kimlik” olduğudur fakat proletarya sınıftır ve günümüz toplumları iki sınıfa ayrılır. Ezilen kimliklerin kurtuluşunun sınıf mücadelesiyle ortaklaşmaktan geçtiği gerçeği manipüle edilmektedir. Kimlikler çatışması, burjuvazinin kendi içinde değil, proletaryanın içinde gerçekleşmektedir. Bunun nedeni de proletaryanın bütünlük oluşturarak birlikte mücadele etmesini engellemektir. Bu nedenle de burjuvazi, tüm ideolojik aygıtlarını seferber ederek proleter sınıf içindeki kimlikleri birbirine düşman kaplara bölerek kutuplaştırır. Post-Marksist olarak tanımlanan bu anti-Marksist projenin ülkemizdeki yansıması da uzlaşmaz çelişkiyi devletli uygarlık ile demokratik uygarlığın çatışmasını insanın kurtuluş mücadelesi olarak kabul eden siyasal çevrelerdir. Onlara göre, kimliksel aidiyetinden dolayı burjuva bir kadın ile proleter bir kadın kardeştir, fakat hiçbir insan, kendini sömüren ve ürettiği artı değere el koyarak emeğini gasp eden insanla kardeş olamaz. Marksizme göre, bu safsatanın karşılığı sınıf uzlaşmacılığıdır. Bir proleter ancak başka bir proleterle kardeş olur, tıpkı burjuvazinin bir bütün olarak proletaryanın karşısında birlikte konumlandığı gibi. Radikal demokrasi projesinin tehlikesi, sınıf bilincini geri plana itmesidir ve bugün emek mücadelesinin ana güçlerinden olan sendikaların bu projeye göre yönetilmesidir. Bunun sonucu ise sömürünün devam ederek yoksulluğun derinleşmesidir. Radikal demokrasi projesinin bir diğer hatası ise devletli uygarlık kavramsallaştırmasıdır, çünkü böyle bir tespitte bulunmak devleti bir kimliğin baskı gücüne indirgemek olur fakat devletin sermaye adına hareket eden ve baskı aracı görevini üstlenen burjuva devleti olduğu görmezden gelinir. Bu projenin temel kavramları ötekilik, özne konumları, yan yanalık, birey ve azınlıktır, yani sınıf kavramı terk edilmiştir.

 

14. Sınıf mücadelesinin yükselişi engellenme durumuna geldiğinde burjuvazinin egemenliğini sürdürmesi için baskı aygıtları aracılığıyla faşizm devreye girer. Faşizmin temel amacı, işçi sınıfını baskı altına almaktır. Bu bağlamda, faşizm çözümlemesi sınıf temelli olmalıdır fakat sınıfta bilinç bulanıklığı yaratmak için sınıflar mücadelesi tarihindeki önemli yol ayrımları niteliği taşıyan kazanımlar otoriteryenizm, diktatörlük, totaliterizm bireyin özgürlük yanılması uğruna kimi düşünür ve akımlar tarafından feda edilir. Bugün sol kesimlerce baş tacı yapılan George Orwell, Sovyetler ile Nazi Almanyası’nı bireyin özgürlüğü ölçütüne göre karşılaştırarak eşitleme yoluna gider. Aynı şekilde psikanaliz ve Marksizmi sentezlemeye çalışan Erich Fromm’un hatası da ortodoks düşünceyi sınırları olmayan bir alan hâline getirmesidir. Frankfurt Okulu’nun diğer temsilcisi olan Adorno da otoriteryen kişilik kuramı üzerine çalışarak sınıf mücadelesindeki zorun rolünü devre dışı bırakmaya çalışmıştır. Üzerinde çalıştığı negatif diyalektik kuramıyla gerilimin bir taraf lehine sonuçlanmayacağı önermesini geliştirmiştir, satrançtaki pata kalma durumunu anımsatan bu önerme, sınıf mücadelesini proletarya adına yürütmeyi de anlamsız kılmaya çalışmıştır. Orwell gibi hatalı bir yaklaşıma sahip olan başka bir düşünür de Wilhelm Reich’tır. Liberal Eric Hoffer gibi Hitler Almanyası ile dönemin Sovyetleri’ni diktatörlük düzleminde özdeşleştirmiştir. Sınıfsal gerçeği geriye iterek cinsel özgürleşmeyi öne çıkarmıştır. Diktatörlüğe neden olan bireyin, Nietzsche’nin bayraklaştırdığı üst-insanı değil de alt-insanı seçtiğini iddia eder fakat temel yanılgı, Hitler’in üst-insanı geliştirmeye çalıştığının tartışılmamasıdır. Diğer yönden Stirner gibi Reich da kurtuluşu bireyin kendi tercihlerine bağlayıp onu sınıfsal bağından ayrıştırır. Diktatörlük ve otorite “kaygısı”nın yol açtığı sapma ise disiplinin bertaraf edilme çabasıdır.

 

“Kim seni şaşırtıyor? Senin kurtarıcılar Guillaum’un, Nicolas’nın, Papa Gregoir’ın, Morgan’ın, Krupp’un ya da Ford’un sorumlu olduğunu sana anlatıyorlar. Senin ‘kurtarıcılar’ına gelince, onların adı Mussolini, Napolyon, Hitler ve Stalin’dir. Oysa ki ben sana, ‘tek kurtarıcın yine sensin’ diyorum (…) Niçe’nin ‘Üstün insan’ı olmak için tepelere tırmanmakla, Hitler’in ‘aşağı insan’ı olmak için aşağılarda bulunmak arasında bir seçim yapma hakkın vardı. Sen ise, ‘heil’ diye bağırdın ve ‘Untermensch’i, aşağı insanı seçtin. Lenin’in gerçek demokratik kurumu ile Stalin’in diktatörlüğü arasında bir seçim yapma hakkın vardı. Sen ise, Stalin’in diktatörlüğünü seçtin.”[5]

 

Reich’ın bir adım daha ötesine geçen günümüzün “Marksist” düşünürlerinden kabul edilen Zizek ise emperyalizm çağında emperyalist ülkelerin askerî paktlarının barış için güçlendirilmesini savunur. Ülkesine emperyalistlerin çıkarı için askerî üsler kuran Ukrayna’nın Rusya ile savaşında haklı olmaktan öte dünya halkları için umut olduğunu belirten Zizek, solcu olmanın görevi olarak Ukrayna’yı savunmayı telkin eder: “Rusya genişlemek istiyor ve emperyalist amaçlara sahip. Ukrayna, tüm dünyanın özgürlüğü için savaşıyor. Ukrayna’nın savaşına destek vermek solcu bir duruştur.”[6] Zizek’in Marksizm adına yaptığı bu açıklama, Marksizm içinde Truva atı görevini üstlenmektedir çünkü kendisini solcu olmanın görevini belirleyecek konumda görerek yaptığı açıklama ezilen sınıfların emperyalizme olan duruşunu bozmaya ve emperyalizme hizmet etmeye yol açar. Marksist bir “aydın” olarak tanınan düşünürün yaptığı bu tür açıklamalar, dünya halklarının baş çelişkisi olan emperyalizmin halkların nezdinde masumlaştırılmasına neden olur.

 

15. Sömürü düzeniyle mücadele etmeyi engelleyerek başkaldırı potansiyeline sahip kesimleri/kimlikleri sınıf bilincinden uzaklaştırarak sivil toplum alanına sıkıştıran akımlardan diğerleri de feminizm, beden teorileri, akışkanlık görüşleridir. Bu düzleme giren düşünür Judith Butler, cinsiyetin sabit olmadığını ve akışkan bir yapıya sahip olduğunu quir teorisiyle savunur. Bu bağlamda, yüze yakın cinsiyet olduğu savunulur. Daha da ileri gidilerek, çocuklara bedensel cinsiyeti dışında bir cinsiyet atanmaya çalışılır. Din konusunda çocuğa müdahale yapılmaması gerektiğini, çünkü çocuğun gelişimsel dönemi özelliğiyle bu konularda soyut düşünemeyeceğini –haklı olarak– savunan ilerici ve sol çevreler, çocuklara cinsiyet atanması, hatta bedensel değişime uğratılması konusunda özgürlük ve bireylik yanılsamasıyla sessiz kalırlar. Daha fazla cinsiyet, daha fazla bedensel değişim –bilimsel olmayan– burjuvazi için daha çok üretim ve artı değer oluşturur. Uluslararası gıda tekellerinin LGBT’ye fon vermesinin sebebi budur. Mesele, sadece kimlikler arası çatışmaya hız kazandırmak değildir, aynı zamanda üretime yeni alanlar açmaktır: farklılıklara özel yeni meta üretimi.

 

Akışkanlık, ötekilik, yan yanalık, kesişimsellik gibi kavramlar öne çıkar. Cinsiyetin ve cinselliğin bilimden, sınıfsal temelden ve maddî koşullardan koparılarak tartışılıp cinsel kimliğinden ötürü ezilen kişiye mücadele etmesi gerekilen odak olarak heteroseksüelliğin gösterilip bu anlayışın Marksist çevrelere sızması temel çelişki olan sınıflar arası mücadelenin yerine cinsiyetler arası mücadelenin konulmasına neden olur. Cinsiyetler arası mücadele proletarya içinde çatışmaya döndüğünde, sınıfın kendi içindeki bütünlüğü engellenir.

 

Judith Butler bir Marksist değildir, burjuva düşüncesini savunabilir fakat Marksist olduğunu iddia ederek halktan oy isteyen bir partinin vekilinin egemenleri “yaşlı, zengin, heteroseksüel erkekler kulübü” olarak halka ve sınıfa tarif etmesi, Judith Butler’ın düşüncelerinin ve kimlikçiliğin eseridir. Bu yönüyle sınıfsız ve sömürüsüz bir düzenin kurulmasını geciktiren her sol düşünce, özünde hem reformisttir hem de burjuva ideolojisine aparat olmaktadır.[7] Judith Butler’ın düşüncelerine yaslanan uluslararası hareket olarak LGBT’ye en büyük desteği sol sunmaktadır. Solun iddiası LGBT’yi sınıf temelinde birleştirmektir fakat bugüne kadar bunu başarabilmiş bir sol hareket mevcut değildir. Bunun nedeni, solun emperyalistlerin fonlarıyla desteklenen LGBT’nin kitlesini kendine eklemlemek adına kendi ideolojik mücadelesini zayıflatmasıdır. Emperyalist ülkelerin büyükelçilik binalarına LGBT bayrağı asılmasını, “onur” yürüyüşlerinde emperyalist ülkelerin büyükelçilerinin alanda boy göstermesini, 52 işçiyi 1 Mayıs’ta Odesa’da bir binaya sıkıştırıp yakan Ukrayna faşisti neo-Nazilere LGBT’nin destek verip “Babamız Bandera” şarkısını meydanlarda söylemesini, sınıf mücadelesi tarihinde canla kanla yaratılmış sloganları yapı bozuma uğratarak cinsel kavramlarla tahrif edilmesini sol hiçbir şekilde eleştirmediği gibi, eleştiren Marksist çevreleri de sapmayla itham etmektedir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kuracağını iddia eden solun 1 Mayıs’ta Odesa’da katledilen işçileri anmayıp 2 Temmuz’da Madımak’ı anması onun içine düştüğü tutarsızlık bataklığının sonucudur. Solun bu tutarsızlığı işçi ve emekçi birliğinin kurulmasını engelleyerek sömürü düzenini devam ettirir. Benzer şekilde, Anadolu isyan tarihinde önemli bir yeri bulunan ve halkın değerler sistemine girmiş olan Pir Sultan Abdal’a atfedilen “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!” sözünün LGBT eliyle, “dönme” sözcüğü üzerinden, argo yoluyla tahrif edilmesi de başka bir tartışma konusudur.

 

Sol, marjinalleşme sürecine girerek halktan ve sınıftan kopmuştur. Bu bağlamda, bugün için söz konusu olan LGBT’ler ve onların sahip olması gereken hakları solun neden savunduğu değildir, asıl sorun, emperyalizmin fonladığı LGBT’nin ideolojik girdabına solun kapılmasıdır. Bugüne kadar LGBT’nin bir greve veya fabrika direnişine destek verdiğine rastlanmamıştır, solun ona verdiği desteğin sınıf mücadelesi açısından hiçbir karşılığı yoktur, çünkü sol kendisini LGBT’nin sahip olduğu imkânların sömürüsü üzerinden kurmayı sürdürmektedir.

 

Emperyalizmin ezilen bir kimliğe destek vermesi, proletaryayı ve dünya halklarını kimlikler üzerinden parçalama hedefinin ürünüdür. Meselenin somut bir kanıtı da emperyalistlerin askerî paktlarının LGBT’ye destek verme kararı almasıdır. Bu hareketin savunduğu beden teorisine göre bir insan, bedenini cinsel aktivite için pazarlayabilir. Geçen yıl ODTÜ mezunu birkaç öğrencinin “yüksek lisans masraflarını çıkarmak için” para karşılığı ODTÜ Fans adında internet sitesi açarak para karşılığı soyunmalarını ataerkil yapıya ve patriyarkaya karşı direniş –Femen gibi– olarak tarif etmesi, sınıf bilinci üzerinde yaratılmak istenen bulanıklığın somut örneğidir. Aynı şekilde, dört emperyalist ülkenin medya kuruluşlarının ortaklık geliştirerek kurduğu +90 adlı Youtube kanalının bir yayınında seks “işçiliği” yapan insanlar konuşturulur. Bu yayında konuşan bir kadının, üniversite mezunu olarak kendi işini yapsa aynı parayı kazanamayacağını, bedenini kiralamasının feminist hareket içinde desteklendiğini, kendisinin de feminist bir politik insan olduğunu ifade etmesi, ezilen sınıflara neyin propaganda edildiğini göstermektedir.

 

16. “Tanımlanamamasıyla” bilinen post-modernizm; sanat, felsefe, mimari başta olmak üzere birçok alanı etkisine adlığı gibi bugün Marksist çevrelerin literatüründe basınç oluşturur. Aklın karşısına sezgiyi, bütünün karşısına parçayı ve çokluğu, kesinliğin karşısına belirsizliği, bilimin karşısına hurafeyi koyup bireyciliği, yerelliği, çeşitliliği sınıfsal temelden bağımsız savunan bu akım tarihsel materyalizmi reddeder. “Sınıf” bütünsellik arz eden bir kavramdır, terk edilmelidir, çünkü birey olabilmenin önündeki engellerdendir. Toplum, çeşitliliğin olduğu atomize edilmiş bireyler topluluğudur. Marksizm, “büyük anlatı” olarak kabul edildiğinden reddedilmelidir(!) fakat sınıf çelişkisinin sonucu olarak ortaya çıkan sömürüden kurtuluşa dair post-modernizmin bir programı yoktur.

 

Sovyetler’in dağılmasının ardından Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi üzerinden büyük anlatıların reddedilmesi, kapitalizmle mücadeleyi “gereksiz, anlamsız” gören yaklaşıma yol verir, oysa günümüzün insanî krizinin, savaşların, göçlerin, denizlerde boğulan mültecilerin, işsizlikten suç işleyenlerin ve yaşamına son verenlerin, doğanın tahribatının asıl nedeni sömürü düzenidir. Bu düzenden kurtuluş reçetesini sunan tek “büyük anlatı” Marksizmdir.

 

17. Huntington, Soğuk Savaş’ın bittiği(!) 1990 sonrası süreçte ülkelerin kurduğu ittifakları askerî ve politik bağlara değil de medeniyet karşıtlığı temeline bağlayan düşünürdür. Onun geliştirdiği “medeniyetler çatışması” tezine göre Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti çatışma hâlindedir, bir tür modern Haçlı Seferleri’nin gerçekleştirilmesine zemin hazırlayan bu tezin sonucu olarak emperyalizmin hammadde ve pazar arayışı rafa kaldırılarak, İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyayı Batı emperyalizmi demokrasi götürmek adına işgal eder. Girdiği coğrafyayı kana bulayan emperyalizm, o bölgenin halklarını da kimlikler temelinde böler ve kendisine karşı gelişecek direnişi kırmaya çalışır. Kendisinin karşısında konumlanan yerel güçler dünya halklarının zihnine “gerici” güçler olarak işlenir. İşgal ettiği coğrafyanın tüm tarihi eserlerini ve petrolünü kaçıran emperyalist ülkelerin kendi ülkelerinde demokrasi yokken başka ülkelere demokrasi taşıdığını iddia etmesi çelişkidir. Bir ülkede sınıf siyasetini engellemek için tarikat düzeni desteklenirken, başka bir ülkedeki tarikat düzeninin demokrasi götürmek adına işgal gerekçesi sayılması, emperyalizmin ikinci çelişkisidir. Bir gece yarısı Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının katledilmesine solun sessiz kalması ya da göstermelik açıklamalar yapmasının nedeni, sınıf çelişkisi yerine kimlikçi laikliği koyup halkı ve sınıfı seküler yaşam üzerinden ayrıştırmasıdır. Bu sessizliğin ikinci nedeni de emperyalist ülkelerden fon alan yapılarla iç içe geçmesidir. Bunun sonucu olarak Ortadoğu ve Afrika halkları açıktan ifade edilmeden “geri” olarak kabul edilir, Müslüman kanı aktığında medeniyetler çatışması tezi kutsanır.

 

18. Hardt ve Negri’nin imparatorluk teorisi, emperyalizm kavramını yetersiz görür. Bu teoriye göre, iktidar küreselleştiğinden iktidara karşı konumlananların da küreselleşmesi gerekir. Otonomlaşmayı ve özgürleşmeyi merkeze alır. Otonomlaşma, yeni bir enternasyonalizmi beraberinde getirerek dünya yurttaşlığını güçlendirir. Bu yayılım aracılığıyla imparatorluğun sonu getirilmeye çalışılır. “Çokluk” ve “farklılık” kavramları önem taşır. Stirner’in “Halk öldü, yaşasın ben!” sloganının Negri’deki karşılığı “Yaşasın farklılık!”tır. Sınıf mücadelesinin proletarya lehine güçlendirilmesi yerine otonom/özgürlük ekseninde iktidara başkaldırı propaganda edilir. Ezen-ezilen ilişkisinin sınıf temelli düşünülmemesi, yaşanılan sistemden kurtuluşun bireyin tercihlerinden geçtiği yanılgısıyla sonuçlanır. Kişinin bilincini maddî koşulların belirlediği gerçeği bu teori tarafından önemsenmez. Post-modernizmin bütüne karşı parçanın savunulması yaklaşımı, Negri’nin otonom/özgürlük ve çokluk kavramlarıyla eşleşir.

 

19. Bugün solu yönlendiren düşüncelerden biri de Malthus’a aittir. Onun düşünceleri sol tarafından yazılı olarak savunulmasa da sol çevrelerin hayatı algılayış biçimine yansır. Malthus, açlık ve yoksulluğun temel nedenini kapitalizm olarak görmez; kapitalizm “yeterince” gıda üretir fakat yoksullar bu gıda toplamının yeteceği insan sayısı sınırını aşar ve ortaya açlık çıkar. Bu durumda suçlu, üreyen yoksullardır! Ülkede nefes alamadığını ve laiklik konusundaki kaygılarını dile getiren ilerici, seküler, aydınlanmacı çevreler de nefes alamama nedenini çok çocuk sahibi “geri, cahil” yoksulların oylarıyla belirlenen yönetimlere bağlar. Malthus’un kapitalizmi paklayan yaklaşımı, sol çevre eliyle yeniden üretilir. Ezene değil ezilene öfke geliştirenler, “çok” üreyen yoksullardan kaçar, doğanın boşluk tanımama ilkesince de kendisinden kaçılan bu yoksullar, çete, mafya ve tarikatların ağına girer; çünkü sol, yoksulluğu değil, yoksulu aşağılar. Bu yaklaşımla hareket edildiğinde burjuvazi övülür, çünkü varlıklı olanın çocuk yapması kutsanır. Yoksuldan kaçıldığı gibi mülteciden de aynı nedenlerle kaçılır. Yoksulun ve mültecinin bu şekilde yalnızlaştırılması kurda kuzuyu teslim ederek sömürü düzeni devam etsin demektir.

 

20. İnsanın dünyaya fırlatıldığı, tesadüf eseri geldiğini, önce var olup daha sonra özünü oluşturduğunu, insanın anlam arayan bir varlık olduğunu ve anlamın tekil şekilde yaratıldığını savunan felsefî akım, varoluşçuluktur. Bu akım, bireyin özünü kurarken her an karşısına çıkan durumlara vereceği “evet” ve “hayır” yanıtlarının etkili olduğunu söyler. İnsanın yaşamı, yaşanan durumlara karşılık verilen yanıtlar sonucu şekillenir, bu yüzden kişinin hayata karşı duruşu kendi seçimine indirgenerek, yaşanan sıkıntıların bedellerinden kendisi sorumlu hâle getirilir. Bu, bir yere kadar doğrudur fakat insanın içinde yaşadığı maddî koşullar onun bilincini ve alacağı kararları etkiler.

 

Her devrin üretim ilişkileri aynı zamanda dönemin zihniyetini, kültürünü, yaygın davranış biçimlerini belirler. Bir işçinin sömürüye maruz kaldığında seçme hakkının bulunması için sınıf bilincine sahip olması gerekir. Aksi durumda, onu kendi tercihlerinin sonucu olarak değerlendirmek şartlarından soyutlama hatasını beraberinde getirir. Bugün sömürü düzeninin sürmesini kişilerin “cehaletine, geriliğine, yobazlığına” bağlamak, sorunun kaynağını tek tek kişilere indirgemekten kaynaklanır.

 

Yaşamda anlamın olmadığı ve “saçma”nın kaçınılmaz olduğunun savunulması insanı yaşamın dinamiklerinden koparmaya ve değer yaratımının “anlamsız olduğu” noktasına taşır. Yaşamın saçma olduğunu söyleyen, sömürülmede de bir beis görmez.

 

Yaşamın anlamı vardır, anlam ise mücadelede yaratılan değerlerden geçer. Öleceğinin bilincinde olup yaşamını sürdüren tek canlı insandır. Anlam sorunu insan için geçerlidir. Yaşamın anlamı tekillikle değildir, anlam aşkınlıkla/başka yaşamlarla kurulan bağlarla üretilir. Aynı zamanda farklı maddî koşullara sahip insanların aynı anlam ve değerde buluşması da mümkün değildir. Kapitalist toplum düzeninde anlam üretimini engelleyen ve insanî krize yol açan en önemli sorun, burjuvazinin doymak bilmeyen kâr hırsıyla tüm insanî değerleri Marx’ın işaret ettiği gibi pazara çıkarmasıdır. Böyle bir düzende yaşamı anlamlı kılacak sevgi, onur, paylaşım, fedakârlık, içtenlik, sıcaklık, dostluk, mahremiyet, eşitlik yoktur; bunlar yerine, bencillik, rekabet, uyuşma, sınırsız haz arayışı, kabalık, narsisizm, mahremiyetin istismarı vardır. Bu yüzden sömürü düzeninin yarattığı insan, helvadan yaptığı puta tapar, ama taptığı put çöl sıcağıyla karşılaştığında erir. “Saçma” olan bir şey varsa o da sömürü düzenidir. Yaşamda anlam olmadığı iddia edilirse zorluklarla mücadele etme de “gereksiz” bir hâle gelir.

 

 

 

21. Günümüzdeki sol çevrelerin dayandığı politik-felsefî zeminin açığa çıkarılmaya çalışıldığı bu bölümde incelenen akımların ortak özelliği sınıfı reddetmesi, işçi sınıfını tarih yapacak özne olarak kabul etmemesi, sınıfın yerine çoklukları/kimlikleri koyması, bilimdışı hurafeye farklılık adı altında saygı duyması, disiplinden kaçması, bireyci özgürlüğü yüceltmesi, diyalektiği çarpıtması, bütünlüğe karşı atomize olmayı savunmasıdır. Bu görüşlere post-modernizmde de anarşizmde de post-Marksizmde de sivil toplumculukta da rastlamak mümkündür. Bu tür akımların ve düşünürlerin adları farklı olsa da ortak motivasyon noktaları sınıf mücadelesini yok saymalarıdır. Weber’in sınıf yerine çokluğu ve statüyü savunması, Stirner’in bireyi kutsayıp onu toplumsalın üzerine çıkararak bayraklaştırması, Batı felsefesinin Aydınlanma karşıtlığı adı altında akla ve bilime açtığı savaş, tüm bu akımların beslendiği temel kaynaklardır. Otonomi, çokluk, bireylik, özgürlük, iç yolculuk adı altında geliştirilen akımlar öznel idealizmin sularında yüzmektedir. Bireyciliği yücelten sömürü düzeninin bu akımlara destek vererek gerek akademide gerek medyada ve sanatta alan açmasının nedeni açıktır.

 

Sömürü Düzeninde Kavramlar, Dil, Değerler, Toplumsal Yapılar

 

22. Sömürü düzeninde kavramlar yapı bozuma uğratılır. Yok edilmesi mümkün olmayan kavramları kendisi açısından “tehlikesiz” bir noktaya çekmek için çabalayan burjuvazinin imdadına yeni sol hareketler ve onların küçük burjuva ideolojileri yetişir. “Saldırı – müdahale, dışlanmak – ötekilik, faşizm – korku imparatorluğu, eylemci – aktivist, halk – sivil toplum, yönetici – kolaylaştırıcı, zam – fiyat güncellemesi” gibi kavramlarla takas edildiğinde algı manipülasyonuna yol açar, çünkü kavram, “tehlikesiz” olan başka bir durumla bağdaştırılır ve toplumun düşünme sistematiği yeniden üretilir.

 

Yapı bozuma uğratılması gereken başka bir alan da toplumsal bütünlüklerdir. Bu bütünlükler, insanın kendi olmasının önünde engeldir! Aile başta olmak üzere tüm yapılar baskıcıdır ve bireyin özgürlüğü için birer tehdit arz eder. Bu yapılar, mücadele edilmesi gereken “egemen”e dönüşür. Aile gibi sınıf partisi de baskıcıdır, ondan da kaçılmalıdır, onun somut örneği Sovyetler’dir!

 

Değerleri pazara çıkarmanın başka bir versiyonu da sınıf mücadelesi tarihinin önemli kahramanlarının fotoğraflarını metalara basmak, o fotoğrafla türkü bar açmaktır. İsyan, kapitalizm tarafından yok edilemez fakat her daim sınıf bilinciyle hareket eden burjuvazi, isyanı toplumsal olandan bireysel olana kaydırma işlemini de sol hareketler eliyle gerçekleştirir, böylece sömürüye rıza üretilir. Benzer şekilde sendikalar kapatılmaz, ama onun birer STK olmasına izin verilir, ancak o şekilde kontrole alınarak “zararsız” hâle getirilir. Her şey, özünden soyutlanmış boş bir göstergeye dönüşür.

 

Marx’ı Aşmak! ya da Temsili Bir Hikâye

 

“Atinalı mimar ve mucit Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos’un emriyle bir kuleye kapatılır. Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus’un Labyrinthos’da (labirent) yolunu nasıl bulabileceğini Ariadne’ye anlatarak Minotaurus’un öldürülmesine yardım ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus, kendisi ve oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; Ikarus’a uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını, aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi gerektiğini söyler. İkarus, uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe fazla yaklaşınca balmumu erir ve Ege Denizi’ne düşerek hayatını kaybeder. Düştüğü söylenen deniz, İkaria Denizi ve oraya yakın olan adanın adı da İkaria Adası olarak kalmıştır.”[8]

 

 

 

Sonuç

 

Burjuvazi, sınıf bilinciyle hareket ederek her türlü ideolojik aygıtı devreye koymaktadır. Sol çevrelerin önemli bir kısmı burjuvazinin ideolojik aygıtına dönüşerek, sömürü düzeninin devam etmesine sol adına üretilen teorilerle katkı sağlamaktadır. Bu durum karşısında bir düşüncenin, bir sanat anlayışının ya da bir ideolojinin hangi sınıf yararına katkı sağlandığı çözümlenerek, ona göre hareket edilmesi sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurulmasında ideolojik mücadelenin görevi niteliğindedir. Burjuva ideolojisiyle mücadele edilmeden yürütülen ekonomik ve siyasî mücadelenin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu yüzden, yaşadığımız düzen içinde geliştirilen ilişkilere, ideolojilere, her türlü üretime sınıfsal açıdan bakılmalıdır.

 

S. Adalı

20 Temmuz 2023

 

Dipnotlar:

[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çeviren: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Ekim 2011, Ankara, s. 116-117.

 

[2] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Çeviren: Cemal Atila, Kaos Yayınları, Aralık 2013, İstanbul, s. 91 ve 171.

 

[3] Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, Haziran 1996, İstanbul, s. 36 ve 180.

 

[4] Max Stirner, Biricik ve Mülkiyeti, Çeviren: Selma Türkis Noyan, Kaos Yayınları, Eylül 2013, İstanbul, s. 18 ve 238.

 

[5] Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam, Çeviren: Hüsen Portakal, Selkan Yayımcılık, Nisan 1976, İstanbul, s. 23 ve 86.

 

[6] “Slovenyalı Solcu Düşünür Zizek: ‘Barış İçin NATO’nun Güçlenmesi Lazım”, 22 Haziran 2022, Cumhuriyet.

 

[7] “TİP’li Sera Kadıgil: ‘Meclis Yaşlı, Zengin ve Heteroseksüel Erkekler Kulübü”, 17 Nisan 2022, Cumhuriyet.

 

[8] “İkarus”, Vikipedi.